27 Nisan 2013 Cumartesi

Arap kızı kafesten bakıyor

Şu bizim kara cimcime bir aydır veterinerde misafir. Süt anneden ayrıldı, normal mama yemeye başladı; bütün parazit ve bağışıklık aşıları yapıldı. O arada iki talibi çıktı, ama ikisi de birkaç gün içinde (nasıl olduysa!) başka kediler aldıklarından bu garipten vazgeçtiler. İnsanları anlamak mümkün değil. Ben de çabuk yuva bulacağını sanmakla hayli  salaklık etmişim anlaşılan.

İki koca arap oğlan olmasa evde, çoktan kendim alırdım zaten. Ama eve alıştırıp sonradan yine geldiği yere, ofisin bahçesine bırakmak da istemiyorum. Dün öğlen annesi, diğer kardeşleriyle alt alta üst üste yuvarlanıyordu çimlerde. Gıdısından tutup sarsmak istedim "Bu mercimeğin suçu neydi ha neydi?" diye... Diyemedim tabii, yemekten artan tavuklarla köfteleri bıraktım önüne ve diğer bıdıklarla yemesini izleyip ofise döndüm.

"Çok tatlı, yirim" diyen çok da, evini açmaya yanaşan yok. Hayvan sahiplendirmek için uğraşan insanların çilesini daha iyi anlıyorum şimdi. Haklı olarak öyle uyarılar yazmışlar ki sayfalarına"Cins hayvan arıyorsanız yazmayın, tüm hayvanlar eşittir", "Hayvan satışına kesinlikle karşıyız", "İki gün cevap alamayınca hemen 'Ay kimse cevap vermedi' demeyin, unutmayın ki insanlar meşgul ya da sürekli bu sayfaya bakmıyor olabilir; bizim de tek işimiz bu değil" filan diye, nelerle muhatap oluyorlar, tahmin edebiliyorum.

Eh, kısmetsiz cimcime de bugün itibariyle bu halde işte. O kadar tatlı ki sıpa, kafesin ardından bakan hali içimi burktu. Belki kara bahtı kör talihi döner de, mutlu bir yuvası olur.



 

26 Nisan 2013 Cuma

Damdan dama

Yorgun hissediyorum. Şehir dışındaki dağ-bayırda geçirdiğim birkaç gün bile, şehirde ne saçma bir koşuşturma yaşadığımı hatırlattı. Dönüşte yaşadığım hayal kırıklığı o yüzden büyük oldu sanırım.

Oralarda bir yere, minik bahçeli küçücük bir kulübe yapmayı hayal etmek bile iyi geldi. Tavuklar, keçiler, inekler, hiç susmayan kuşlar, ağaçlar, temiz hava, ucuza yiyecek içecek... Böyle bir hayat. Çalan kornalar, yol kesen hödük şoförler, saçma endişeler yok.

Ben biraz daha düşüneyim. Cuma akşamı, mesai bitimi aklım damdan dama gezmekte.

Foto: Agence Schostal, 1940'lar

25 Nisan 2013 Perşembe

Çayır çimen

Tam da böyle bir yerde yaşamak istediğime karar vermeye başlamıştım. Son kamp, böyle hayaller kurdurdu bünyeye. Köyün adı bile güzeldi, Dondurma Köyü.


Narrow Fiyortları, Norveç

18 Nisan 2013 Perşembe

N'oluyo burda?

Vincent et le chat, Paris, 1955 (Photo by Willy Ronis)
Bu fotoğrafı şapşal bir dişi tekire armağan ediyorum...

Kendisi akşamları kapıyı açık bulduğunda apartmana girip en üste kata gelince ağlıyor, dışarı çıkmak istediğini düşünerek kendisini kucaklayıp dış kapıya taşıyan insanları da (beni) tırmalayıp tekrar içeri kaçıyor. Öyle de bi kararsız, terbiyesiz...

16 Nisan 2013 Salı

Bazen

Bazı günler kedi olmak istiyorum...

Ölüm, çaresiz hastalık gibi kötü haberlere sivri minik kulaklarımı tıkamak, can sıkıcı şeyleri plastik fareler gibi fıtı fıtı halının ya da dolabın altına itelemek, iş yerindeki saçmalıklarla yumak gibi oynayıp camdan aşağı fırlatmak, "Sana bir şey diyeceğim ama üzülme" cümlesini duyunca elektrik süpürgesi çalışmış gibi koşup perdenin arkasına saklanmak, hiçbir şey için endişelenmemek, sevdiğim herkesin mutlu ve sağlıklı olduğunu hissetmek istiyorum bazen... 

Hem belki kedi olunca haberleri de izlemem, ilaç bulamadığını söyleyen kanser hastası kadının cebine para sıkıştıranları görüp kahrolmam, düşünce özgürlüğü kısıtlanıp 10 ay hapse mahkum edilen ünlü piyanistimizi de bilmem. Bilmek, izlemek, okumak can sıkıcı oluyor çünkü bazen. Üzüyor, öfkelendiriyor...

Mamam önümde, suyum yanımda, kumum arkamda; gri gökyüzüne sırtımı dönüp kuyruğumu yamacıma kıvırarak, bütün gün pencere önünde gır gır uyumak istiyorum bazen...

Some days I just want to be a cat. Nap all day and worry about nothing.



15 Nisan 2013 Pazartesi

İlerleyelim lütfen!

Sabah perdeyi açıp da kurşuni havayı görünce hissettiğim şey, hayal kırıklığıydı. O yüzden aşağıdaki fotoğraf yağmura rağmen gülümsetti.

Hafta sonunu, paintball ve bünyeye zararlarını, posta kutumda bulduğum bahar çiçeklerini bir dahaki yazımda anlatırım; iş-güç arasında bu kadar olabildi zira...

Dilerim hepimiz için güzel bir hafta olur :)


Paris, 1924 (by Henri Manuel)

12 Nisan 2013 Cuma

Hava alsak ya?

Baharla birlikte oğlanlarda, pencere önüne koşma yarışı tavan yaptı. Pencerenin açıldığını duyar duymaz, birbirlerini ittirip yarışarak camın önüne koşuyorlar. Yan yana durup aşağıdaki sokak kedilerine ya da yukarıdaki kuşlara bakıyorlar. Saatlerce... Çekirdek çitlemeleri eksik. Sonra biz salona geçince, peşimizden koltuklara tünüyorlar.

Sokak Kedisi Bob kitabındaki elemanla, geçen gün Bağdat Caddesi'nde gördüğümüz adam gibi tasma takıp omzumda gezdiresim geliyor bazen. İki koca pars gibiler ama onlar da bahar havası alsın, çimene bassın, ağacı tırmalasın; yazıktır.

"Var ya tarasan ne güzel olur" bakışı

"Kuştüyü yastık polardan da candır" bakışı

Sokak lambası altında uyuyan tekir, hem sıcak hem aydınlık
"Ne vardı canım?" bakışı

9 Nisan 2013 Salı

Kerpe & Şile

Geçen hafta sonu bahar geldiğinde şehre, istikamet Kerpe ve Şile'ydi. İstanbul'a yakın rotalar, dergilerin baharda gidilecek yerler listelerinde illa ki yazılan iki yer. Hemen şurası. Şile'ye daha önce gitmiştik ama Kerpe'yi merak ediyorduk. Minnacık bir yermiş. Ama denizi çok güzeldi. Taş kaydırmakla yetinmeyip yüzsem mi diye düşünmedim değil. 

Kedisi köpüğü bol, sahili kumsalı güzel ama artık köylükten çıkıp yazlıkçı mekana dönüşmüş. Şile'de ise değişik olarak fenere çıktık. 1859 yılında Sultan Abdülaziz tarafından yaptırılan fener,  Türkiye'nin en büyük feneriymiş. Taş kısmını Türk mimarlar tasarlamış, metal aksamı ile mercek kristal sistemi ise Fransa'dan gelmiş. 

Deniz fenerlerini çok severim, bana pek romantik gelir. Ve hüzünlü. Fener demişken, aklıma Atlas'tan arkadaşım Emre Ermin'in fotoğrafladığı kitap geldi. Yalnızlığın Işıkları, Deniz Fenerleri... Aslında fener gezileri fikri hiç fena değil.



Tostumu yiyen arkadaşlar
"Ee, daha yok mu?" bakışı
Yol kesen keçiler
 

8 Nisan 2013 Pazartesi

New York sokaklarında

Havalar kararsız. Açayım, kapayayım, olmadı yağayım... Eh, peki madem. Hafta sonu, aylardır evi talan edip kitapların arasında bile aradığım ve fakat bulamadığım kayıp pasaportu buldum. Gözümün önündeymiş meğer, aylardır ayakucumda durup içinden yüzüme karşı "Buradayım" demekteymiş.

Hakkaten umudumu kesmiştim. Çekmecede bulunca o ka sevindim ki, çığlığıma temizlikçi abla ve oğlanlar koştu. Neyse, kayıp ilanı ver, karakola git, yeniden çıkar derdi bitti. Pusula nereyi gösterecek, göreceğiz. Let the game begin!

Kara cimcimeden ise iyi haber var. Süt annesi ve kardeşleriyle pek mutlu, talipleri de çıktı. Yakında kalıcı yuvasına kavuşacak. Hayat şimdilik böyle, akıp gitmekte.

Aşağıdaki fotoğrafta ise sanki Madagaskar ekibi, New York'u gezmeye gelmiş...

3rd Street, Manhattan, NYC, 1968 (Photo by Otto Bettmann)

5 Nisan 2013 Cuma

Meraklılar


Bugün cuma, biraz olsun iyi hissetmeli insan kendini...
Pencereden bakmanın değil, dışarı çıkmanın zamanı. Bahar geldi!

3 Nisan 2013 Çarşamba

Hayat tuhaf

Gün sıradan başlamıştı. Ofis, iş-güç, yağmur, arada blog, Facebook... Hatta öğle paydosunda ofise yakın bir parkta, bir avuç arkadaşla buzlu çay, kısır ve kekle yaptığımız küçük  piknik. Sıradan, güzel bir gün sayılabilirdi. Sonra annemin araması ve sesindeki o sıkıntı, üzüntü.

Anladım. Kötü bir haber var, birine bir şey oldu. Çünkü sabah konuşmuştuk ve sesi iyiydi. "N'oldu? Kime ne oldu?" dedim. "Tülay... Tülay halan" deyince, inanamadım! Hiç beklemediğim bir isim duyunca "Ne?! Öldü mü yoksa?!" diye küçük bir çığlık atmışım.  Tüm ofis bana baktı. Evet, dün gece göçüp gitmişti Tülay hala. Pıhtı atması ve...  O kadar işte. Yatıp çekmek istemediğini söylerdi hep. Öyle de olmuş. Pıt diye.

Tülay hala, babamın kuzeni ve emekli tarih öğretmeniydi. Tombuldu. Kahkahası boldu. İzmir'e ilk taşındığımızda, 1988'de, kimseyi tanımazken şehirde; ailecek bize çok yakınlık gösterdiler. Tanımadığımız bir akrabayken, en yakınımız oldular. Yıllarca hep beraber bir sürü güzel gün, bayram, yılbaşı geçirdik. Kedileri sevmezdi bu tonton kadın,  bize geldiklerinde  sarmanımız salonun kapısına çöreklenip oradan Tülay halaya bakar, ama asla yanına gitmezdi. 

Oğlu, o yıllarda yeni yeni dinlemeye başladığım metal gruplarını bana öğreten adamdı; ikinci abim gibiydi. Kordon'da beni koruma içgüdüsüyle yanımda yöremde olurdu. Benzer yerlere giderdik zaten. Eşi ise Karadenizli, dünya tatlısı bir Almanca profesörüydü. Anadolu lisesindeyken Almanca derslerime yardım eder, pratiğim olsun diye benimle Almanca konuşurdu. İğneden bile korkan o koca profesör de, kalpten uykusunda gitti. Pıt diye.

En son, düğünümüzde görüşmüştük Tülay halayla; şen kahkahalarıyla çınlatmıştı yine ortalığı. Bulmaca çözmeye bayılırken, unutkanlaşmaya başlaması içimi sızlatmıştı. Düğünün sonunda eşimin kulağına eğilip "Kızımıza iyi bak" demişti. Şimdi o, rahmetli eşinin yanına gitti. Dilerim huzurludurlar. Geride bir tek oğulları kaldı. Neyse ki o yalnız değil, eşi ve kızı var. Tülay halanın biricik torunu.

Şu an kendimi tuhaf hissediyorum. Yarın cenaze için Yalova'ya gidip son yolculuğunda yanında olacağız. Dedim ya acayip bir gündü diye, ofiste bir de doğumgünü vardı bugün. Pasta kesildi; alkışlar, kahkahalar vs. Düşündüm de bugün doğum günü pastası, yarın cenaze helvası. Hayat tuhaf...

Nur içinde yat Tülay halacığım, şen kahkahaların hep kulağımızda kalacak.



Audrey

Çamur yağan İstanbul'dan selamlar efendim...

İki cool canlı birbirine bu kadar mı yakışır...
Audrey Hepburn (Photo by Richard Avedon)

2 Nisan 2013 Salı

Şehirli duvar manzaraları

Evin duvarlarını böyle yapmak güzel fikirmiş, beğendim.

Bitişik apartmanda, senin göz hizana gelen dairenin balkonuna atılmış paslı sobayı, çürümüş bisikleti, plastik kovaları ya da tuvalet terliklerini filan görmektense evin içinde şehir manzarası daha manalı.

Sanki şehir evin içinde... (Ama güzel haliyle)





City Never Sleeps Wall Murals by Pixers / Via

1 Nisan 2013 Pazartesi

Hiç tanımadığın birine mektup yazmak?

1 Nisan'da şaka yapan kaldı mı acaba? Hava kapalı, günlerden pazartesi, saatlerin ileri alınması yüzünden sabah karanlığında uyanmak zorunda kaldım... daha fazla şakaya gerek yok bence.

Hafta sonu gazete eklerinden birinde alttaki haberi okudum. Sırf mutlu olsun diye hiç tanımadığınız birine mektup yazmaktan bahsediyordu. Daha önce benzer şeylerden blogda bahsetmiştim. Hiç tanımadığınız birine ufak güzellikler, iyilikler yapmakla ilgili. "Pay It Forward" filmindeki gibi: Faili Meçhul Kıyak Müessesesi 

"The World Needs More Love Letters" (Dünyanın Daha Fazla Aşk Mektubuna İhtiyacı Var) da benzer bir şeymiş... Hiç tanımadığınız birine mutlu olsun diye güzel bir mektup yazıyor ve otobüs, minibüs, metro koltuğuna ya da parktaki banka bırakıyorsunuz. İyilik yap denize at, iyilik mektubu yaz ortalığa bırak. Mektup arkadaşlığı sayılmaz pek, cevap beklemiyorsunuz çünkü; kimin bulacağını da bilmiyorsunuz.

Gerçi otobüste, minibüste, metroda üzerinde "Sana" yazan bir zarf görsem açıp okur muydum emin değilim... Eşek ya da kamera şakası olma ihtimali de var. Mektubun tek amacı, yazıldığı kişiye kendini iyi ve mutlu hissettirmek olunca fikir hoşuma gitti aslında. Ama inandırıcı mı, işe yarar mı; bilemedim.



Oraya buraya mektup bırakmak dışında internet sitesinden de yönlendirme yapmak mümkün. Yazma sevgisini kendi annesinden alan, fikrin mucidi  Hannah da kalemle kağıdın gücüne inanıyormuş. Yazmak güzeldir, yazdıklarını paylaşmak daha da güzel.

Bu da Facebook sayfaları. Ve Hannah'nın blogu.

Ayrıntılar, okuduğum gazete yazısında:

ABD’yi saran fırtına
Eğitimi için New York’ta bulunan Hannah Brencher (24), kendini çok yalnız ve mutsuz hissediyordu. Trende karşısında oturan kadının gözlerinde en az kendininki kadar derin bir hüzün gördü. Hemen çantasından bir kağıt kalem çıkardı ve yukarıdaki cümleleri yazdı. Tam mektubu bitirmişti ki, kadının bir önceki durakta indiğini fark etti. Mektubu koltuklardan birinin üzerine bıraktı ve zarfın üzerine de, “Eğer sen bulduysan senin için yazılmıştır” notunu düştü. Bir anda hüznünün ve yalnızlığının hafiflediğini hissetti. Hannah, depresif ruh haline çare bulmuştu. Her yere bu küçük mektuplardan bırakmaya başladı. İşte böyle ortaya çıktı Amerika’yı saran ‘More Love Letters/Daha Çok Aşk Mektubu’ fırtınası.

Özenli olmak zorunda
Hannah’nın öncülüğünde sosyal medyada iki yıl içinde 10 bin kişilik bir zincir oluştu. Üstelik artık sadece hiç tanımadıkları insanlar bulsun diye bir yerlere mektup bırakmakla yetinmiyorlar. Bir arkadaşlarının canı sıkkınsa bunu da siteye bildiriyor ve bir anda binlerce kişinin cesaret verici mektup yazmasını sağlıyorlar. Kağıtlar özenli, el yazısı düzgün olmak zorunda. Amaç mektubu alan kişiye kendini değerli hissettirmek çünkü...

(Ne güzel şeydir mektup açmak... Sosyal medya, akıllı telefon, e-posta derken hepten unuttuk mektup almanın, özel günlerde kartpostal yollamanın tadını.)

En son ne zaman hiç tanımadığınız birine kendini iyi hissettirdiniz? Oysa uzmanlar söylüyor, karşılıksız nezaket eyleminin kişilerin ruh sağlığı üzerinde olumlu etkisi varmış. Şimdi bu yazıyı okurken hangi ruh hali içindesiniz bilmiyorum ama bilin ki sizi tanıyanlar kadar hiç tanımayanlar için de önemlisiniz. Ve bir gün başınıza kötü bir şey gelirse, en az sizi tanıyanlar kadar tanımayanlar da üzülür.