30 Aralık 2014 Salı

Defne'ye ilk mektup

Canım kuzum Defne, bugün tam 1 ay oldu sen hayatımıza katılalı. Sana ilk mektubumu da anca şimdi yazabiliyorum, bundan sonra daha sık yazmaya çalışırım. Söz. Sen büyüdüğünde hala blog diye bir şey kalır mı bilmem ama olsun... Demode bulursun belki de. Göz kırparak blog yazılır, hapşırıkla müzik indirilir belki sizin zamanınızda.

Hoş geldin dünyamıza, ailemize, hayatımıza Defne'cim... Umarım seversin burayı. Sevmen için birçok neden var; bazıları tam önünde duruyor olacak, bazılarını da çabalayıp sen bulacaksın. Mesela baban ve benim gibi doğayı seveceksin bence. Karadeniz yaylalarına çıktığında sislerin arasındaki dağlar, bulutların arasından sıyrılıp çıkıveren güneş, yağmur sonrası beliren gökkuşağı, babanla gittiğimiz kamplardaki o manzaralar... İnan hepsi görmeye değer, "İyi ki yaşıyorum be!" dedirten şeyler. Göl kenarında durup da baktığında göreceğin o her tondaki yeşille mavi içini açacak. Karlı bir mevsimde Kars'a gideceğiz mesela, uçsuz bucaksız pamuk beyazlığı göreceksin; peynir müzesi peşinde adını bilmediğimiz köylere bile gideriz belki seninle de, kim bilir...



"Deniz" var bak sonra, annenin içinden hiç çıkmayacak kadar çok sevdiği o koskoca masmavi su birikintisi... Ege'ye gideceğiz beraber, anneanneni İzmir'de ziyaret edip Çeşme, Urla, Seferihisar gezeceğiz. Ege'nin o güzelim pazarlarında dolanacağız sonra; hiç bilmediğin bir sürü sebze görüp ananenin pişireceği nefis ot yemeklerinin tadına bakacaksın. Radika, turpotu, cibez... Doğayı tanıman önemli. Çileğin ağaçta yetişmediğini, ayçekirdeğinin aslının günebakan olduğunu bil, dalından meyve yemenin tadına var isterim.

"Hayvanlar" var bak, saf ve sevgi  dolu; onlarla iç içe büyüyeceksin. Karşılıksız sever onlar bilir misin? Hem sokakta, hem evde birlikte yaşadığımız, bu dünyada komşuluk ettiğimiz canlar, kıymetli hepsi. 4.5 yıldır bizimle yaşayan Obi ve Yoda var mesela, karapati abilerin. Onlar seni çok merak ediyor, eminim iyi anlaşacaksınız. Sen içerideyken varlığını hissedip heyecanlanıyorlardı, şimdi sesin ve kokunla seni tanımaya çalışıyorlar. Tırmalamayan, ısırmayan sakin kediler onlar. Sen de onları sevecek, kuyruklarını çekmeyecek, canlarını yakmayacaksın bir tanem. Sokaktakiler var sonra; kuşlar, kediler, köpekler... onlara beraber yemek, su vereceğiz. Onların da "canlı" olduğunu, yaşamaya bizim kadar hakları olduğunu öğreneceksin zamanla. 

Vicdanlı ol, kalbinin sesine kulak ver hep... Umudun hep içindw bir yerlerde olsun, içini karartma. Haksızlıklara duyarsız kalma; ezme sakın, ezilme de. Hakkını savun...

Neşeli bir insan olmanı dilerim. Gülümsemen, kahkahan eksik olmasın. Espriyle bakabil birçok şeye, bu hafifletir hayatın ağırlığını. Somurtkanlıkla çekilmez inan. Bil ki kimse pıtpıtlamasa bile sırtını, omzunda ağlayacağın kimse olmadığını da düşünsen, babanla ben buradayız. Sevincinde ve üzüntünde, başarında ve kaybında... Her zaman.




Ağaçlar ve çiçekler var sonra, doğada binbir çeşidini göreceğin. İstanbul'un güzelim çiçekleri mesela. Boğaz'da erguvanları göstereceğiz sana, adının kaynağı defne ağacının yapraklarını koklayacaksın... Baharda binbir renge bürünecek her taraf, için açılacak. Saksıda yetiştireceğin minicik bir bitkinin mucizesine, elinle beslediğin bir hayvanın minnetine tanık olacaksın. Bazıları hoyrat davransa da çiçeklere, ağaçlara,  hayvanlara; sen yapmayacaksın öyle...

Hayatı anlamlandıran, çekilir kılan "arkadaşlar" ve "dostlar" var bak bir de... Senin seçtiğin insanlar olacak onlar, iyisini seçtiğinde iyi gününde, kötü gününde yanında olacaklar. Derdini, mutluluğunu paylaşacaklar. Anlayacaklar seni. Bazen bize anlatmadığın bazı şeyleri onlara anlatacaksın, bu kadar yakın olmanıza şaşıracaksın bazen. Güvenmeyi, paylaşmayı öğreneceksin onlarla. "İyi ki varsınız" diyeceksin. Adı üstünde arkadaş, sırtını yaslayacağın; arkanı dönecek kadar güveneceğin insanlar olacak onlar... İyi seç onları, hep hayatında ve yanında olsunlar.

E bir de "aşk" var, onu anlamak için zaman var daha. Ama yaşadığında anlayacaksın nasılsa. Kafan karışacak, karnında kelebekler uçuşacak, sarsılacaksın, acı çekeceksin ama yine de hoşuna gidecek bu his. Umarım mutlu sonla bitenini yaşarsın, birini keşfetmek çok eğlenceli inan. Babanla benim hikayemi anlatacağız sonra. "Nee, 7 yıl mı?!" diye şaşıracaksın beklememize, ama umarım sen de bizim gibi mutlu olursun.



Geceleri uyandığında seni pışpışlayan kısa saçlı kadın var ya, bak o senin anneannen. Neler atlattı bir bilsen... Seni o kadar çok seviyor ki, ilaç gibi geldin ona. Dünyaya gelirken bile onu bekledin sen. O gelmeden gelmedin yanımıza. Seni "kurabiyem" diye seviyor, öpmelere doyamıyor. Dayın da öyle, seni görmek için her hafta sonu onca yol tepiyor. Kucağında sen olunca nasıl gülüyor yüzü bir bilsen... Deden var bir de. Ama o sana, sen ona yetişemediniz ne yazık ki. Erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Keşke tanışabilseydiniz... İçimi acıtan tek şey bu kuzum. Keşke kesişseydi yollarınız, keşke onun da hayatında olsaydın. Anlatacağım sana dedenin nasıl biri olduğunu, fotoğraflarını göstereceğim; bence seveceksin onu. Hayatta olsaydı o seni çok severdi; doğayı, ağaçları, hayvanları, çocukluk anılarını anlatırdı sana. Komik hikayeleriyle güldürürdü seni de. Yazmayı ve okumayı ben onun sayesinde sevdim. Fotoğraf çekmeyi de. Işıklarla olsun...

Büyüdüğünde, sen de bir şeyler üretmenin, çalışmanın, başarılı olmanın, okuyup yazmanın, eğlenmenin, hayatın ve yaşamanın tadına varacaksın. Amacın olacak, hayallerin... Ama önce iyi bir insan ol. Adil, vicdanlı... olur mu? Sonra? 

Sonra seni bambaşka yerlere götürecek bir sürü güzel kitap okuyacak, eğlendirip yerinden hoplatacak şahane konserlere, merakla gezeceğin nefis sergilere gideceksin. Seni bambaşka dünyalara götürecek nefes kesici filmler izleyecek, leziz sofralarda dostlarınla olacak, güzel müzikler dinleyeceksin. Güzel bir kahvaltının mutlulukla ilgisi olduğunu keşfedeceksin. 

Evdeki arşivlerle fark edeceksin önce "edebiyat" ve "müzik" denen şeyi. Biz her ne kadar yol göstersek de, çevrende görüp kulağına/gözüne takılanlarla başlasan da, kendi zevkine göre seçeceksin bir süre sonra. Şekillenecek zevkin yavaş yavaş. Dinleyecek, okuyacak, izleyecek o kadar çok şey var ki! Bak müzik ve sinema konusunda babana güvenebilirsin, ben de kitaplar konusunda elimden geleni yaparım. Kitaplıklarımız, müzik ve film arşivlerimiz emrine amade. Dilediğince karıştır... Merak iyidir. 




Gezeceksin bol bol. Değişik kentleri, ülkeleri keşfedeceksin. Alıp başını gitmek iyidir. Hafifletir. Farklı kültürlerle insanlar tanıyacaksın. Tanıdıkça hoşgörün artacak, ufkun genişleyecek. Farklılıklara saygı duyacaksın yadırgamadan. Siyah ya da beyazdan ibaret değil hayat, yelpaze o kadar geniş ki. Kendine güvenecek, kendini, seveceksin. Her ne kadar "kızım", "bizim mi bu minik şey" desek de, sen ne bana ne babana aitsin. Kimseye ait değilsin. Özgür, özgüvenli ve mutlu bir kız olacaksın umarım ileride. Seni mutlu edecek ne varsa, elde etmen için destek olmaya çalışacağız  biz. Sonra zaten kendi ayaklarının üstünde duracaksın. 



Hayatta acılar, üzüntüler, kayıplar, başarısızlıklar, hayalkırıklıkları da var elbette. Onlara da alışacak, her biriyle kendince baş etmeye çalışacaksın. Elimizden geldiğince yanında olacağız biz. Güçlü olman, ayakta durabilmen için çabalayacağız. Dostların ve arkadaşlarınla yükünü hafifletmeye uğraşacağız. Yeter ki paylaş bizimle, saklama; saklanma...

"Biz yapamadık sen yap" anlamında yazmıyorum bunları, keşfet istiyorum sadece. Dünyayı, hayatı... Roma'ya git mesela, o güzelim heykellerle meydanları gör. Floransa'yı hele mutlaka gez. Venüs tablosunu incele dikkatle, köprüdeki sokak çalgıcılarını dinle, Berlin'deki duvar kalıntılarını gör, sakura ağaçlarının yağmurunu izle Japonya'da.



Bunları sana yazdım, çünkü daha 1 aydır olduğun bu dünyayı ve yaşamayı sev istedim. Bu ülkede bazen çekilmez hala gelse de yaşamak, sen kendin için yaşamaya dair güzel sebepler bul/yarat istedim. Hayatta olmak bir şans, değerli. Bizim hayatımıza geldiğin için biz çok mutluyuz; umarız sen de mutlu olursun. Seni çok seviyoruz, hayatın tadını doyasıya çıkar minik bebeğim. Tüm iyi dileklerimiz seninle...




Bak, yarın yeni bir yıl geliyor. 2015'e seninle merhaba diyoruz. En anlamlı hediyesi sensin bu yılın. Dilerim senin ve bu satırları okuyan okumayan tüm sevdiklerimiz için sağlıklı, keyifli, umut dolu; mutlu, barış dolu ve neşeli birçok yıl vardır önümüzde. Güzel şeyler olsun artık...

Sevgiler

Annen


Not: Herkes için şahane bir yıl olsun :)

20 Aralık 2014 Cumartesi

20'lik :)

Tam 20 gündür 'küçük' bir maruzatımız, tatlı bir meşguliyetimiz var hayatımızın ortasında... Cimcime Defnaaanım, sonunda dünyamıza teşrif etti. Bloga son yazıyı yazmamdan 1 gün sonra, 28 Kasım Cuma gecesi hastaneye koşturduk. Kız, önden suyu yollayıp "Ben geliyorum"un ilk işaretini çaktı. Aynı günün sabahı kontrole gitmiştim zaten, her şey de normal görünüyordu ama, kuzu biraz aceleciymiş. Gecesine yine hastanedeydik. Bu sefer doğum çantamızla.

Aceleci diyorum ama aslında beklemesi gerekenleri bekledi benim kızım. "Ben gelene kadar sabretsin" diyen ananesini (annem Perşembe akşamı geldi İzmir'den, radyoterapisi anca bitmişti; kız da ertesi akşam koşturdu bizi hastaneye), 4-5 gündür yurtdışında olan ve o cuma sabahı işbaşı yapan kadın doğum doktorumu... Daha n'apsın?

Eh, su geldi ama ertesi gün (cumartesi) öğleden sonra olduğu halde, sudan başka bir işaret (sancı, rahimde açılma) gelmeyince bütün bir gün suni sancı çektim. Serum askısını kendime kavalye edip doğumhane koridorlarında saatlerce yürüdüm, NST'ten kızımın kuş gibi atan kalbinin sesini dinledim ve 25 saat süren normal doğumun ardından, 30 Kasım'da geceyarısı minik kuzuyu kucağıma verdikleri o an, her şey uçup gitti. Çok acayip! O kadar sancı, saatlerce ıkınma, ağrı, kan kaybı... Bitti! Minicik bir şeyi koydular göğsüme. Mordan kırmızıya dönen rengini gördüm önce, miniminnacık kafasını fark ettim sonra. Saatlerdir o dışarı çıkmaya uğraşıyor, bense onu itmeye çalışıyordum. Yorgun düşmüştük. Onu gördüğüm ilk an ağlamışım, doğuma giren eşim anlattı. Farkında bile değildim. Ağlamasını duyduğum andan itibaren, ilk kontrolü ve temizliği bitse de kavuşsak diye sabırsızlıkla bekliyordum. İçimde hissedip ultrasondan kime benziyor tahminleri yaptığımız şey, kucağımdaydı işte. Avaz avaz ağlaması bitmiş, uyukluyordu.  



Ve aradan 20 gün geçti işte. 20 gündür gecemiz gündüzümüze karıştı, 7/24 sütçülüğe başladım, bazen yemek yemeye ya da duş almaya bile vakit bulamadım, uyusun diye telefondan saç kurutma makinesi sesi dinlettim (hakkaten işe yarıyor) ama... hepsine değer! Suratına baktıkça benim kızım olduğuna inanamıyorum, sanki birkaç gün bir arkadaşımın bebeğine bakıyordum. Minik süt vampirim benim, meme ucun yara olunca soğanı ikiye kesip memeye bağlayacaksın deseler gülerdim. Şimdi öyle şeylere gülmediğim gibi işe yaramalarına da şaşırmıyorum. Doğal yöntemlere saygım daha da arttı. Gülmeyin rica ederim. 

Bana "Normal doğuramazsın" diyen müdürüme "Size inat çatır çatır doğuracağım" demiştim. Ona inattan ziyade, doğalı bu olduğu ve kızımı bir an önce emzirmek istediğim için normal doğumu istedim. Çatım dar mı geniş mi, o muayene bile olmamıştı daha. Zordu, acılıydı ama nedense normal doğum denince aklıma düşen, ahırda (yoksa tarlada mıydı) korkunç sesler çıkarıp deli çığlıklar atarak doğum yapan Türkan Şoray filmindeki kadar da fena değildi yani.




Ve şimdi mimikleri saniye saniye değişen, süt emerken suratı şekilden şekile giren (o anları sadece ben görüyorum diye üzülüyorum bazen), karnı acıktı mı etinden et koparılmış gibi çığıran, memeyi bulamayınca sinirlenip memeye kafa atan, hıçkıran, hapşıran, pırtlayan ve altını dolduran mis kokulu tontik bir minnak kızım var. İyi ki gelmiş. O dünyaya ve bize, biz de ona alışmaya çalışıyoruz. Bir yerde okudum, bu ilk zamanlarda annesinin ayrı bir varlık olduğunu algılamıyormuş zaten, aynıyız sanıyormuş; pek güldüm. 

Oğlanların pabucu biraz dama atılır gibi oldu ama olacak o kadar. Kızın önce sesiyle, sonra hastane battaniyesindeki kokusuyla tanıdılar zaten. Sallanan pusetteyken de çevresinde bir iki tur döndüler. Yakında iyice kaynaşırlar. Bence iyi geçinecekler. 

Unuttular bizi  la
Beni üzen tek şey, keşke babam da Defne'yi görebilseydi... Öpüp koklasaydı, o hep istediği kız torun geldi ama zamanlama olmadı. Babam çok erken gitti hayatımızdan ve bu dünyadan. Dostum Z "Baban Defne'ye ömür verdi, emin ol görüyordur" dedi. Bilmiyorum, belki de. İkisi, babam ve Defne, birbirini severdi bence. Bir şekilde aralarında bir bağ olduğunu düşünmeden edemiyorum. Belki bazı huyları ya da bir mimiği, hali, tavrı babama; hiç tanımadığı dedesine benzeyecek. Babam sağ olsaydı kesin biraz büyüdüğünde Defne bitkisinin Latince adını söyler, Daphne'nin mitolojik öyküsünü anlatırdı ona. Ama olmadı. Minik kuzum, deden seni izliyor bir yerlerden...

Bugün yarı kırkı olan minnağı ilk kez sokağa çıkardım. Fırından ekmek, çiçekçi abladan kokina alıp küçük bir mahalle turu attık. Çingene abla "Ay nazar değmesin, bizim  oralarda lohusa da bebesi de karanlığa kalmasın kırkı çıkmadan derler" dedi ve dualarla yolladı bizi. Söz dinledim ben de, döndüm eve.



Kuzu bu kadar yazabilecek kadar oturmama müsaade ettiği için kendisini öpmeye ve beslemeye gidiyorum şimdi. Arkadaşıma takılırken dediğim gibi (söyleme esnasında göğüs yumruklanacak yalnız) anayım ben ana :)

Görüşmek üzere! 

27 Kasım 2014 Perşembe

Yaşasın evde zaman geçirmek

Sonunda doğum iznine ayrıldım, yaşasın! Ofisteki bebek partimsi sürpriz vedadan sonra birkaç gün daha çalıştım, yoğundu; kalan/devredilecek işleri toparlamakla geçti. Bir an hiç bitmeyecekmiş gibi geldi ama ya. En komiği de delirmiş müdirelerimin, son günümde milletle vedalaşırken (akşamın 6'sında) "Yarın da geliyorsun değil mi?" demesiydi. Ofisçene sesli güldük. Ciddi olduklarını fark edince "Yooo" dedim yaya yaya. Bi bırakın beni ya :) Neyse, istemeye istemeye bıraktılar. Ben de işlerimi listeledim, sarılacaklarıma sarıldım ve özel eşyalarımı  alıp veda maillerimi de attıktan sonra çıktım ofisten. Hafiflik...

Zamanlama iyi oldu bence. Hem hava çok soğudu, yağmurda sabah-akşam trafiği hiç çekilmiyordu hem de ofisteki herkes hapşırıp tıksırıyordu; şifayı kapmam an meselesiydi. En az 4 ay uğramayacağım buraya ve yaklaşık 5 yıldır, en uzun süre ayrılışım bu. Tuhaf hissettim... Daha önce ayağımı kırdığımda ajansa 3 ay uğramamıştım, dönüş bi acayip/acılı oluyor. Neyse, belki kızım şans getirir de sayısal bize çıkar, ben de dönmem işe, haha...


Sabahın köründe uyanıyorum ama yine. Alışkanlık. "Ooh, 10'lara kadar yatarım, dönenir dururum yatakta, mis" diyordum ama olmadı. Daha bu 3. gün. Evde sıkılınca, fırsat da varken ne zamandır görmediğim bir arkadaşımla buluştum, Suadiye'ye penguen gibi yürüyerek de olsa vardım. Kış gelmiş, çok soğuktu hava. Yemek-muhabbet ve sonrasında da antika bi kalorifer dibinde sıcak sahlep güzel geldi. Onun dışında kızın odasını yerleştirdim, son eksiklerle uğraştım. Evde vakit geçirmeyi özlemişim, hiçbir şeye zaman kalmıyordu.





Bugün annem geliyor, birazdan yemek yapmak için mutfağa gireceğim. Kış sebzelerinin hepsinin gaz yapması büyük talihsizlik ama her şey de mevsiminde güzel. Balkabağı çorbasından umutluyum. Annem "Kız beni beklesin, dursun acık daha içerde" diyordu, cimcime de söz dinleyip bekledi ananesini. Annemin radyoterapisi bitti ve sonunda geliyor. Birbirlerine iyi gelecekler bence. Bayramdan beri görmemiştim, özledim çok.

Evde olmanın güzel yanı, bütün gün bana kaldı. Yürüyüş yaptım biraz, kitap filan okuyabildim. Evimi de özlemişim. Oğlanlar memnun bu durumdan, mev mev peşimdeler bütün gün. Bir de dibimizdeki ilkokulun öğrencileri pek gür sesliymiş, o biraz şey oldu. Bugünün güzel sürprizi, zerre boks sevmememe rağmen televizyonda rastladığım ve pek sevdiğim "Milyon Dolarlık Bebek" filmi. Clint Eastwood, Morgan Freeman ve Hillary Swank. Sonu, her seferinde beni ağlatıyor.

Öğretmenler Günü geçti, ilgili kişileri kutladım. Unutamadığım, sevgiyle andığım az öğretmenim var aslında. En sevdiğim, Bursa'daki ilkokul öğretmenimdi. Çok düzgün, şefkatli, dikkatli ve özverili bir kadındı. Anneme iyi gözlem yaptığımı, yazıya çok düşkün olduğumu, ileride bununla ilgili bir iş yapabileceğimi ilk o söylemiş. Bunu o zamandan fark etmesi, ilgisini gösteriyor. O zamanki okulumu çok severdim; pandomim kursu, tiyatro sahnesi vardı, ekip çalışması öğrenelim diye bizi küme usulü büyük masalarda oturturlardı. İlk ilkokul öğretmenimi yıllar sonra Facebook'ta buldum, arada haberleşiyoruz. Belki bir gün ziyaretine gitme şansım da olur. Koroya katılmış, konserler verip duruyorlar. İlkokulu üç yerde tamamladım, ilk 3'ü Bursa'da, 4'ü Afyon'da, 5'i de İzmir'de... Ama ilk öğretmenler unutulmuyor. Ya sevgiyle, ya nefretle anılıyor. Ben şanslıymışım.

7 sene okuduğum anadolu lisesindekiler ise pek parlak sayılmazdı. Türkçeyi konuşamayıp Almanca gramer öğretmeye kalkan birini tiksintiyle hatırlıyorum mesela. İnsanların gururunu incitmeye meraklı, öfkeli ve sevimsiz bir herifti. Bıyıklı, iğrenç sigara kokan... Bir de edebiyat hocası bir adamcağız vardı. Her dersin başında sıra dayağı için tahta cetvel isteyen (ki her ders de o cetveli veren şapşal bir kızcağız olurdu) ve her dersin sonunda da o cetveli birinin elinde/sırtında kıran bir adam... Lakabı Frosch (kurbağa) idi. Çok içmekten galiba, kızarmış pörtlek gözleri vardı.

Küçük Prens'i bize zorla okutan, şair olduğunu sonradan öğrendiğimiz bir öğretmen. Yıllar sonra basılı kitabını görünce bir tuhaf olmuştum... Başak burcu oluşuma ve futbol takımı tutmayışıma takan kadın kompozisyon hocasını da es geçip iyi örneğe geleyim. Danışman hocam da olan kimya öğretmeni kadıncağızı severdim. İyi bir kadındı. İlgili, ders dışında da sohbet edebildiğim... Çilli, güler yüzlü. Hayatındaki zorlukları öğrenince çok üzülmüştüm. Çocuğu olmuyor diye kocasının onu boşadığını, sonra da meme kanseri olduğunu öğrendim. Yıllar sonra İzmir'deki kitap fuarında karşılaştık. Hastalığı atlattı çok şükür, güzel günleri olsun...

Her öğretmen böyle iyi anılmıyor. Hepsini kutlayacak mıyız yani şimdi? Yok canım... Çocuğa sevgisi-şefkati olmayan, kendi ezikliklerini/öfkelerini öğrencilerden çıkaran, kendini geliştiremeyenler hariç; hepimizin gelişiminde, yeteneklerini keşfetmesinde katkısı olan, geleceği görebilen o iyi, ilgili, erdemli öğretmenlerin Öğretmenler Günü'nü kutluyorum buradan da. Bir süre öğretmenlik yapan ve öğrencilerinin sevgiyle hatırladığı canım babamı da sevgi ve özlemle anarak...

Doğum yapana kadar bir daha yazabilir miyim bilmiyorum. Arada sinemaya kaçıp "Intersteller"ı izlemek istiyorduk ama olmadı. Sinemada "Hobbit" de yalan oldu. Neyse n'apalım, cimcimenin filmini izleriz artık :)

Tekrar dönene kadar kendinize iyi bakın; şöyle sıcak bir sahlep/kahve alıp elinize, benim için de güzel kitaplar okuyup nefis filmler izleyin :)

20 Kasım 2014 Perşembe

Yuvarlan, yay, az kaldı

Sanırım artık 'yuvarlanma' tabirinin hakkını verir haldeyim. Herkes "Arkadan hamile olduğun hiç belli olmuyor, sadece göbeğin çıktı" dese de, yürüyüşüm hafiften pengueni andırıyor. Ne zamandır giydiğim elbiselerle idare ederek sürecin sonuna yaklaşmaktan mesudum, zira hamile elbiselerinden, hele 'robadan' denen şeyden hiç hazetmiyorum. Pantolonlar fena değil ama, altındaki yüksek lastik kısım hiç belli olmuyor.

Gardırop kısmını geçersek, artık daha zor kalkıyorum yataktan, çünkü hep uyumak istiyorum. Hava da kapalı olduğundan, uyanmak daha da zorlaştı. İş beni sıkmaya başladı (ki bence bunun hamilelikle hiç ilgisi yok), neyse ki Salı günü doğum iznine ayrılıyorum ve yaklaşık 5 yıldır çalıştığım bu yere hiç geri dönesim yok. Belki o arada sayısal bana çıkar?

Zaten zırva kadın yöneticiden de, onun gece maillerinden ve "Gece telefonunuzdan maillerinizi niye kontrol etmiyorsunuz, ben ediyorum!" (e ama sen direktörsün?!)  tarzı zırvalıklarından da yorulmuş ve bıkmışım. Birkaç gün sonra buradan gidecek olmanın verdiği rahatlıkla mı ya da "Koyver gitsin" diye düşünmemden mi, kendisine maille ya da sözlü olarak lafları yapıştırmaktan da gayet memnunum. İçimde patlamıyor en azından, haha! En kötü durumda "Ehe, hamilelik işte, hormonlar, gaz filan, anlarsınız yani" diyor arkadaşlar! Anlasın tabii, insan değişik hallere girebiliyor hamileyken. Anlayışlı olacak mecbuuur...


Bebek henüz doğmadığı için annelik içgüdüsüne dair ahkam kesemem, şöyle kutsal böyle munis diye... Daha içeride olduğundan, mevzuyu anlamış değilim. Sadece merak ediyorum. Nasıl biri olacak? Göreceğiz... Geçenlerde çocuklu iki üniversite arkadaşım maaile bize kahvaltıya geldi. İkisinin çocuk yetiştirme tarzı konusunda ne kadar farklı olduğu dikkatimi çekti ve kafam karıştı. Tamam, biraz tırsmış da olabilirim.

Kedilerin oyuncağı olan peluş bir timsahtan çıktı mesele. Genelde Yoda yatıyor tepesinde. Ya da arkadaşın oğlu Obi'nin üstüne koyar ve Obi de umursamazsa, orada duruyor. Oğlanlardan biri (iki oğlu vardı birinin) ile diğerinin kız (o tek) çekiştirmeye başladı, biri kuyruğundan öbürü burnundan; paylaşamıyorlar. En sonunda bey dedi ki yahu arabada bir tane daha var, onu getireyim. Yok dediler. 

Kızın annesi olan arkadaşım oğlanın annesi olana "Ya söyler misin, versin timsahı kıza; ağlayacak şimdi." dedi. Oğlanın annesi de "Ben bir şey diyemem, o bir birey; kendi kararı. Vermek isterse verir." O an çatalımdaki peynirle burun buruna kalakaldım ve düşündüm. Lan? 6 yaşında! N'apmalı? Çok değişik yetiştirme metotları çıkmış, onu anladım. Beyle göz göze geldik o an. Paylaşmayı nasıl öğretmeli peki? Hiçbir şey denmeyecek mi yani? Yok artık. Doğru-yanlış uygun bir dille anlatılmalı bence. Ya da nasıl denecek?

 


Sonunda ne mi oldu? Kızın annesi "Tamam, ikiniz de verin o timsahı! Bitti-gitti!" dedi ama ağlayan kızı oldu çünkü timsah zaten oğlanın umrunda değildi. O elindeki poloraid makineyle fotoğraf çekme derdindeydi. Maksat, çekiştirmekti galiba. Çocuklar acayip şeyler. Öğrenecek, daha doğrusu deneyimleyecek çok şey var. Yok süt sağmaktı, alt değiştirmekti... Ama bunlar en basit kısım gibi geliyor bana. "Senin Hikayen" filmine denk gelmiştik geçen akşam, orda bu kısımları gülerek izledik misal. Gece uyutmaya, emzirmeye çalışmalar...  Kızla çok empati kurdum, haha! Filmde olunca komik geliyor tabii...

Ofistekiler de beni şaşırttı. Sürpriz bir veda hazırlamışlar. Öğlen güzel bir yere gittik, koca bir masa dolusu insan, bütün ofis. Cimcime için kitap ayraçları, dilek kartları, afişler, amerikan servisler tasarlayıp bastırmışlar. Bir sürü de hediye almışlar. Miniminnak kıyafetler, pabuçlar... Çok mahçup hissettim. Çok da mutlu oldum, şaşırdım. Beni bu kadar sevdiklerini bilmiyordum, ahaha! Koca bir resim çerçevesiyle bütün gün eğlendik, epeydir canımız sıkılmıştı. 

Neyse, ben şu an, Salı gününden sonra birkaç ay işe gelmeyecek olma kısmına odaklanayım. Evimde vakit geçirecek, cimcimenin hazırlıklarıyla ilgilenecek, arkadaşlarımla görüşeceğim. İşlerimi toparladım, kalanlar-bitenler listemi hazırladım diğer editörlere. İşle ilgili telaşlarım bitti, azat ettim kendimi yetişenden de yetişmeyenden de. Eh, masam da ben dönene kadar birilerine emanet. James Joyce, masanın ben yokkenki sakininin sol kulağına üflesin: "I wrote Ulysses, what did you do?" Hı, hadi ben Ulysses'i yazdım. Ya sen n'aptın?!



Hava bile güzel yüzünü arada gösteriyor. Demin gösterdi, iyi geldi. Eh, bu perşembe gününden de daha fazla bir şey beklemeyeyim. Yarın cuma misal :)


31 Ekim 2014 Cuma

Misafirler, güzel filmler, havalar sular

Soğuk, kara bulutlar ve yağmur... Oy, hava pek iç karartıcı yahu. Ama yarın cumartesi, mesudum. Dün, 1 güncük tatilden sonra Pazartesi kılığında bir Perşembe'ydi zaten. Hafta sonu çabucak geçti ama neyse hemmen yenisi geldi. Bu aralar zaman hızlı mı geçsin istiyorum yoksa yavaş mı, kararsızım. Daha bir sürü işim var, çabuk geçmesin!

Her sabah yağmur trafiğine söylenip bu şehirden nefret ederken, İstanbul'u bırakıp sakin yerlerde hayat kuran arkadaşlarıma özeniyorum. Bir gün biz de kıracağız şeytanın bacağını, şemsiye kadar da olsa bir bahçemiz olacak; benim hala umudum var.

Geçen hafta sonu güneşli bir Cumartesi'ydi ama temizlikle geçti. Cimcimenin çamaşırlarını yıkayıp astım. O kadar minikler ki, mandalsız durmadılar bile. Aynı gün akşam olmadan yatağı dolabı vs geldi... Ananemin deyimiyle çeyizi :) Eh odası gelince de, bir şeyleri daha tamam oldu hissi geldi bana. Sevindim kendi kendime.

Pazar günü organik pazara gidip geldik, balkabağı çorbası pişirmeyi denedik ilk defa. Balkabağını sadece kabak tatlısı olarak tüketen ben pek memnun kaldım sonuçtan, süzme mercimeğin azıcık tatlı hali gibiydi. İçinde de patates, soğan; hop blendır, bitti. Veee pazar alışverişinden sonra da beklenen misafirlerimiz geldi! İzmir'den Saçaklı Hanım'la, beraber bir kahve içemediğimiz Aylin. Çok sevindim ikisini de bir arada gördüğüme. Getirdikleri şahane çilekli tartı ise diyetti, hamile şekeriydi demeden süpürdüm; kendimi kaybetmişim. 

Laf lafı açtı, biz mutfakta muhabbet edip  çayın demlenmesini beklerken Saçaklı Hanım'ın önce omzuna, sonra kafasına çıkıp balkon kapısına tırmanmaya çalışan şaşkın Obi, inmeye çalışırken ay ay diye epeyce bir panik yaşadı. "Kuşlar" filminden bir sahne sanki, kızı didikler gibi görünüyor ama tamamen şapşallığından. İnmek isteyip beceremedi bir türlü. Ama söz verdi bana, bi daha yapmayacakmış...


Saldırıya maruz kalan Saçaklı bir de güzel hediye getirmiş cimcime hanıma, bayıldım. Maaile bizim olduğumuz bir body. Mandal kıyafetlerinin arasına koydum, burdan da teşekkür ederim tekrar. Yanındaki yeşili de sevgili Leylak Dalı göndermişti, ikisi de minnak gardırobumuzun favori parçaları :)



Evdeki araplar yetmiyormuş gibi, bahçede de bir tane var. Bizim arabanın üstünden inmiyor, sıcak yer arıyor garibim. Ama azıcık  suratsız, çaydanlık gibi oturuyor sürekli kaportada.


 



















Başka neler oldu? Kafamı toparlayamıyorum... Hah! Ne zamandır görüşmediğimiz arkadaşlarımızla buluştuk Çarşamba günü. Yaşlandığımı o zaman anladım. Eskiden barlarda meyhanelerde buluşup birlikte Kaş tatillerine çıkarken, şimdi çocuk oyun alanı olan kahvaltılık mekan bakmaya başlamışız, tey teey! Masadaki toplam 6 arkadaştan 2'si hamile, 3'ü çocukluydu. Görünmeyen nüfusla epey kalabalıktık.

Akşamın 9'unda 10'unda uyuyakaldığımdan bu ara evde film izlemiyorduk,  Tom Cruise ile Emily Blunt'ın uzaylı yaratıklarla dolu bilim kurgusundan (The Edge of Tomorrow) sonra normal bir film izleyesim gelmişti. Eh, Hobbit'in sonuncusu da Aralık'ta gösterime gireceğinden ve biz o aralar başka Hobbit'le uğraşıyor olacağımızdan, indirdiğimiz filmlerle yetinmemiz icap ediyordu. Geçen akşam "The Fault in Our Stars"ı izledik. İçinde hastalık olan filmleri pek sevmem, hele bu ara içim hiç kaldırmıyor. Bu film John Green'in romanından uyarlanmış, kitabını okumadım. Evet ergen var, hastalık var, gözyaşı var ama nedense çok ajitasyon soslu gelmedi bana. Romantik film, her daim bünyeye iyi gelir. Bey bile 'kız filmi' diye dalga geçmeden izledi. 

Bazı laflar çok güzeldi, başroldeki kızla oğlan da güzeldi. Hatta oğlan azıcık Marlon Brando'nun gençliğine benziyordu. Müzikleri de hoş. Ne bileyim, sevdim ben. Aşağıda da tanıtım filmi var, belki siz de seversiniz.



Gündemde bir sürü korkunç şey var, hepsi hakkında diyecek bir sürü şey de var. İnsanın içi tükeniyor artık bu ülkede. Dışarılara bakarsak Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica'nın görev süresi dolmuş. Biliyorsunuz, dünyanın en fakir devlet başkanıydı ama maaşının yüzde 90'ını fakirlere dağıtıyordu. Sempatik ve mütevazı bu insan, koltuğa yapışanlara alışık bizlerin şaşıracağı bir şekild yeniden aday olmayıp yerini başkasına devrediyormuş. Kendi isteği ve iradesiyle! Güle güle Pepe, varlığın bile birçok insan için Uruguay'a yerleşmek isteme ve umut kaynağıydı.

Eh, Ekim de böyle bitsin madem...

20 Ekim 2014 Pazartesi

Göbekti, kediydi derken şu oldu bu oldu

Günler, haftalar ne çabuk geçiyor anlayamıyorum bu ara. Ekim de bitmeye yüz tutmuş yahu. Hafta içi iş, doktor kontrolü, hamile yogası, hazırlık kursu bilmemneye gitmekle; hafta sonu da bebeğin eksiklerini toparlayıp evi yeni haline hazırlamaya çalışmakla ve arada fırsat olursa arkadaşlarla görüşmekle geçiyor. 

Çevremdekiler panik halde, "Neeaa, hastane çantanı hazırlamadın mııı?", "Amanın, ana kucağını almadın mııaaa?" deyip duruyor. Panikletip erken doğurtmaya niyetliler galiba. Yahu, kavram kargaşası var bir kere bebek eşyalarında. Her şeye ana kucağı diyorsunuz siz? Araba koltuğuna da, hastaneden çıkınca içine konduğu sepete de, bebek arabasının çıkan kısmına da... Ama benim kafam karışıyor böyle. 

Hem dayanışma diye bir şey var, ben gayet memnunum kendisinden. Çocuklu arkadaşlarım arayıp "Dur onu alma, bizde var; getireceğim sana", "Hah, şunu almadıysan bizimki gıcır gıcır, hazırladım; bi geldiğimde getiririm"  Mis işte... Çok çabuk büyüyor bebekler, çok kullanamıyor bir sürü şeyi zaten. Hepsini sıfır alacağım telaşına gerek yok. Evin içi yine dolacak bir sürü ıvır zıvırla. Herkes birbirine devrediyor, çok mantıklı. Kalan alınması gereken zorunlu şeyleri de alıyoruz işte. Odası yakında geliyor, eh üstüne giyecek bir şeyleri de var. Herkeste bir telaş, çocuğu kağıt havluya sarıp paspasta yatıracağımı filan sanıyorlar herhalde. Sakiiin... Başak burcu olarak ben diyorum sakin diye, düşünün artık siz.


Bu arada doğuma hazırlık kursu filan, işe yarıyormuş. Eşli olanlardan birine gelen baba adayının "Yahu maç izliyoruz ağlıyor, dizi izliyoruz ağlıyor; n'apacağımı şaşırdım" deyişine çok gülmüştüm. Hormonlar sapıtınca insan ne yapacağını şaşırıyor. Ve hamilelik, doğum süreci erkeklerin istese de çok dahil olabildiği bir süreç değil. Ben o konuda şanslıyım, bey sağolsun çok anlayışlı ve benim de gecenin bir yarısı "Frambuazlı baklava istiyoruuuum, al onu banaaaa" diye aşermem, durduk yere televizyon izlerken "Neden o kaplan yavrusu öldüüüü" diye sapıtmalarım olmadı. Yataktan basket topu göbeğimle kalkamayınca filan, "Dönder beni" taleplerim oluyor tabii, normel.

Acayip bir süreç hamilelik. Panik, endişe, heyecan derken geçiyor. Ama artık paniğinde değil, heyecanında olmalı. Herkesinki kendine özel zaten, ama rahat ve huzurlu geçmesi en güzeli. Artık mevzu kime benzeyecek, ay nasıl bir şey olacak  vs vs... Bir de herkes nedense normal mi sezaryen mi diye soruyor. Sanırım o da bir cesaret göstergesine dönüşmüş. Yerse normal, yemezse sezaryen gibi. Benim ve bebek için hangisi daha sağlıklı olacaksa öyle olsun. Normal diye niyetlenip son dakikada sezaryene dönmek zorunda kalan  da var. Doğalından yanayım ama neler olacağını bilemem şimdiden. Az kaldı, bekleyip göreceğiz.


Oğlanlar evde göbeğimin etrafında suni peyk gibiler. Merak ediyorlar ve orada bir canlı olduğu hissediyorlar bence. Benimle birlikte mayışıyor, göbek etrafına konuşlanıyorlar. "Evet, burda bir şey var; tekme atıyor. Duydum ben!"




Evdeki eşyaları boşaltmaya çalıştığımızı anlatmıştım. O kısım artık bitti neyse. Kullanmadığınız ama kullanılabilir durumdaki giysileri verebileceğiniz Kadıköy Belediyesi'nin Açık Gardrop uygulaması gibi, Freecycle uygulamasının İstanbul şubesi de bu anlamda faydalı, ben pek memnunum. Evden çıkarmamız gereken ve birilerinin işini görecek sağlam eşyaları vermek için şahane fırsat. Kocaman ve de sağlam bir karyola, buranın Facebook sayfası sayesinde eşyaya gereksinimi olan bir mimarlık öğrencisine gitti. Ahşap bir masa da başka bir arkadaşımıza. Efendi de bir çocuktu, pazar günü abisiyle gelip aldı. Hem onun işi görüldü, hem evden koca tahtaların dağınıklığı kalktı.

Vermek istediğiniz eşya için TEKLİF, almak isteyip de aradığınız eşya için de TALEP yazıyorsunuz. Takas teklif etmek ya da para talep etmek yasak. Tabii orayı da suistimal edip aldığı eşyaları spotçulara satan da varmış, ne diyeyim; kötüyüz.

Bu arada gündemdeki haberlerden bir sürüsü beni etkiledi ama, en üzücüsü Mehmet Pişkin'in intihar notu ve en sinir bozucusu da Perihan Mağden'in Cem Gariboğlu için "Kıyamam, o da kurban; haksızlık ettik çocuğaa" minvalindeki yazısıydı galiba. Her kendisine haksızlık edilen, sevgilisinin kafasını kesip gitar kutusunda çöpe atmıyordur değil mi? Bence Perihan Mağden, bu naifliğiyle (!) evinde oturup Türk dizilerini izlemeye devam etse, böyle yazılar yazmasından daha faydalı olacak. 

Mehmet Pişkin'in hayatına kendi isteğiyle son verişiyle ilgili okuduğum ender aklı başında yazılardan biri de şuydu... Biri de bir arkadaşının yazdığı bu yazı, her kelimesine katılıyorum. Böyle zamanlarda, bazı insanların içindeki bütün zalimlik ve tuhaf nefret, irin gibi açığa çıkıyor. Çok kötüsünüz be.

14 Ekim 2014 Salı

Düş alanı

"Kentlerin havaalanlarından çok düş alanlarına gereksinimi var. Yeni düş alanları yapılmalı, olanlar restore edilmeli ya da tümden yok edilmeli..."
 Nilgün Marmara

Üçüncü havaalanı için onca ağaç kesilir, onca kuş yuvasından edilirken, bu hoyrat devir için ne kadar naif bir dilek düş alanı... Nilgün Marmara okumak da, biraz Tezer Özlü, azıcık da Sylvia Plath okumak gibi. O hassas kırılganlık, öfke ve meydan okumaları benzeşmiş sanki. Daha 30'una değmeden göçüp gitmeyi seçen Nilgün Marmara'nın ölüm yıldönümüydü dün. 13 Ekim 1987'de, 29 yaşındayken Kızıltoprak'taki evinin 5. katından bıraktı kendini. Tanıklar demiş, yere düşerken hiç çığlık atmamış.


Böyle demiş onun için Cemal Süreya:

Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini aşağı atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi. Çok değişik bir insandı Zelda. Akşamları belli saatten sonra kişilik hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alarır bakışlarına çok güzel ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım otuzuna değmemişti daha. Ece ile gergedan için yaptığımız aylık söyleşide ondan söyle söz ettim: bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu. Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememişim. Bugün ortaya çıkıyor.

11 Ekim 2014 Cumartesi

41 yıl

Annemle babamın 43. evlilik yıldönümüydü bu 11 Ekim.

2011'de 40. yılları için minik bir kitap hazırlamıştık onlara, nişanlılıklarından başlayıp bugünlere gelen bir tarihçe. 11 Ekim 1971'de 17 yaşında bir genç kız ve 25 yaşında bir delikanlı olarak başlayan evliliğin öyküsü... 

Birlikte geçen 40 yıllarının hikayesini anlatan, fotoğraflı, yazılı bir kitap. Ben yazılarını yazmıştım, eşim de tasarımını yapmıştı. Asıl fotoğraf arşivi İzmir'de olunca, anneannemdeki bir fotoğraf albümü epeyce işe yaramıştı. Yanında, onlara özel hazırlanmış etiketiyle bir şişe şarapla beraber yollamıştık kitabı.


Çok duygulanmışlardı. Annemin ağlayarak arayıp teşekkür ettiğini hatırlıyorum. Babamınsa arşivine kaldırıp arada çıkarıp baktığını... 41. yılda da benzer bir şeyler, magnet vs hazırlamıştık. 42. yıl için özel ne yapsak diye düşünürken, babam oyunbozanlık edip bıraktı bizi... Zaman 41. yılda kaldı. İyi ki de yapmışız ama bunları, mutlu oldular.


Her şeye rağmen iyi ki de evlenmişler, 43. yıldönümleri kutlu olsun...

2 Ekim 2014 Perşembe

İyi ki doğmuş Bill Murray!

Bill Murray'nin doğum günüymüş geçenlerde, geçenlerde dediğim 22 Eylül'de 64 yaşına basmış dev adam. Aramız 6 günmüş, demek o da Başak burcu. Sevdiğim oyunculardan biridir Murray. O sakin, gamsız, dünya yansa umru olmayacak surat ifadesini severim. 'Ghostbusters'ta da sevmiştim kendisini, 'Lost in Translation'da da. Absürd filmlerin has aktörü...

Gerçekten kime sorsam, sevmeyeni yok gibi. Herkesin sempatik bulduğu ender hatta tek oyuncu o galiba. Düşününce, herkesin isminde uzlaşacağı başka bir aktör gelmedi aklıma. Mütevazı, efendime söyleyeyim yetenekli, sonra her rolün adamı...

Toronto’da çıkan National Post gazetesi oynadığı tüm rolleri bir araya getiren illüstratif bir çalışmayı yayınlamış Mart 2014'te. Bakınca acayip bir Bill Murray filmografi yolculuğuna çıkarıyor.

Suratı bezgin, sakin dedim; adamın seslendirdiği çizgi film kahramanı bile Garfield :)

Bu rollerinden hangisini en çok sevdim diye düşündüm, karar veremedim. En son 'The Grand Budapest Hotel'de izlemiştim ama sanırım kalbim, aşık olduğu unutkan kadını her gün yeniden tavlamaya çalıştığı  'Groundhog Day'deki rolünde.

Gerçi gönlü kırık, eski aktörü oynadığı 'Lost in Translation'daki rolünü de pek severim. Son sahnede kızın kulağına ne dedi acaba? (Kız da yetenek kumkuması Scarlett Johansson oluyor)  Peki ya sizin favoriniz?


Bundan pek bir şey anlaşılmıyor diyorsanız haklısınız, şöyle buyrun.

Via

 

29 Eylül 2014 Pazartesi

Ah Audrey


Zarafetin, iyiliğin, güzelliğin ve kırılganlığın sembolü Audrey Hepburn... İnsanın içini ışıldatan bir gülümseyişiniz var biliyor muydunuz? Ah, kalmadı sizin gibi ince ruhlar... Evde yavru ceylan beslemek, onunla uyumak nedir allahaşkına? Kapkara gökyüzüyle, sağanak yağmur ve fırtınayla geçen, tek güzel yanı dostlarla toplaşmak olan hafta sonundan sonra sabah sabah kocaman gülümsedim yemin ederim.





24 Eylül 2014 Çarşamba

Malkovich Malkovich

John Malkovich gerçekten acayip adam. Aktör olarak severiz, sayarız. Sonuçta içinde adı geçen bir film çevrilmiş büyük bir oyuncu kendisi. Ego şişmez mi? Şişer. Bkz. John Malkovich Olmak, ki bence o da az acayip film değildi. Bana normal hayatında da pek çatlakmış  gibi gelir hep. 

Şimdi de birçok ünlü fotoğrafçının çektiği unutulmaz fotoğrafta, fotoğraflardaki kişilerin yerine geçip aynı kareler için yeniden poz vermiş. Malkovich'le defalarca çalışan fotoğrafçı Sandro Miller, kendine ilham veren unutulmaz fotoğraf kareleriyle özel bir şey yapmak istemiş. Model olarak da John Malkovich'i seçmiş. Aktör uniseks bir model olmuş, makyaj, ışık, prodüksiyon vs hepsi çok başarılı. Serinin adı da “Malkovich, Malkovich, Malkovich: Homage to photographic masters.”  

Ama yani sadece poz vermek değil bu, başka bir şey. Resmen canlandırmış, yeniden yaşamış o anı, o kişinin suretine bürünmüş. Yaşsız, cinsiyetsiz bir insan gibi. Malkovich ifadeleri, mimikleri, duyguları şahane bir şekilde tekrarlarken, Miller da ışığı, kompozisyonu ve modu ustalıkla yeniden yaratmış. Bu arada fotoğrafların hiçbirinde photoshop kullanılmamış.

Göçmen annenin olduğu ilk kareyi gördüğümde şaşırıp "Aaa, ama bu kadın John Malkovich'e ne kadar benziyor" dedim. Kalanı da iyi, bizde böyle bir proje olsa kim bu kadar iyi performans çıkarır? Aklıma hiçbir isim gelmedi.

Gerçi Picasso'da Mazhar Alanson'u, Jack Nicholson'da da Özkan Uğur'u andırmıyor değil.

Sandro Miller, Dorothea Lange / Migrant Mother, Nipomo, California (1936), 2014
Sandro Miller, Philippe Halsman / Salvador Dalí (1954), 2014
Sandro Miller, Albert Watson / Alfred Hitchcock with Goose (1973), 2014
Sandro Miller, Victor Skrebneski / Bette Davis (1971), Los Angeles Studio, 2014
Sandro Miller, Andy Warhol / Self Portrait (Fright Wig) (1986), 2014
Sandro Miller, Gordon Parks / American Gothic, Washington, D.C. (1942), 2014
Sandro Miller, Yousuf Karsh / Ernest Hemingway (1957), 2014
Sandro Miller, Irving Penn / Pablo Picasso, Cannes, France (1957), 2014
Sandro Miller, Arthur Sasse / Albert Einstein Sticking Out His Tongue (1951), 2014
Sandro Miller, Arthur Sasse / Albert Einstein Sticking Out His Tongue (1951), 2014
Sandro Miller, Bert Stern / Marilyn in Pink Roses (from The Last Session, 1962), 2014
Sandro Miller, David Bailey / Mick Jagger “Fur Hood” (1964), 2014
Sandro Miller, Edward Sheriff Curtis / Three Horses (1905), 2014
Sandro Miller, Herb Ritts / Jack Nicholson, London (1988) (A), 2014
Sandro Miller, Diane Arbus / Identical Twins, Roselle, New Jersey (1967), 2014

Via
Burada da varmış.