Hafta sonu annemin yanında, İzmir'deydik. Güneşli ve güzeldi hava. İlk önce babama uğradık, papatyalar gelmiş çiçekçiye; onlardan aldım. Sonra da Alaçatı ve Çeşme'ye yollandık.
Yola çıktığımızda fark ettim ki, insanın kendini evinde hissettiği yerler ona daha iyi geliyor. Bilmediği yerler şahane maceralar ve keşif vaat etse de, bilindik yerlerin huzuru ve anıların tadı başka. Daha önce babamla gittiğimiz yerlerdi gittiğimiz çoğu yer, dolu dolu gözlerimiz onu andı hep. "Burda sakızlı dondurma yemiştik, burda bit pazarı vardı eskiden, oraya gitmiştik, burda kumru yemiştik, burdan deniz girmiştik" diye diye dolandım bir sürü yeri.
İzmir'e ve Çeşme'ye ilk geldiğimiz zamanları hatırladım. 1988-89... Alaçatı'da hakkaten hiçbir şey yoktu ve babam orada bir tesisin peyzajını yapıyordu. Toprakta doğru düzgün bir şey yetişmiyor ve Çinlilerle ortak proje, babamı hayli yoruyordu filan. Yabancı sörfçüler rüzgarı-dalgası iyi diye geliyor ama kalacakları doğru düzgün bir tesis yok, oralar hep boş... Eda Taşpınar henüz buraları meşhur etmemiş, Bodrum sendromu başlamamış daha. İnsan şimdi Euro ile müşteri kabul eden pansiyonlara inanamıyor. Gittiğimiz gün bir sürü yerde inşaat vardı, oteller yaza hazırlanıyor. Şubat ayı için yine de kalabalık sayılırdı.
Dolanırken, masa üstünde güneşlenen şu tekire rastladım. Epeyce gırlayıp poz verdi ama sevmek için hallendiğimde yan masadaki tonton amca
"Pati yemek istersen buyur" dedi. Hmm deyip göbeğine hamle ediverdim yine de.
Sonra küçük bir antikacı gördüm, dışarı bir sürü rozet çıkarmışlar, neredeyse binlerce. Güzel şeyler vardı ama saçma sapan paralar isteyince hap kadar yaka iğnesine, şu flu kurabiye adamı aldım kös kös. Koleksiyoncu bir arkadaşıma Coca Cola iğneleri alacaktım, adamın dediği fiyatları duyunca hepsini yavaşça bıraktım yerine.
Beni en çok heyecanlandıran kısım, Alaçatı pazarındaki otlar oldu. Cibez, arapsaçı, rezene, ısırgan, nane, hardal, turp otu, labada, ebegümeci... Sevdiğim bir sürü otun yanında isimlerini hiç duymadıklarımı da gördüm. Bici bici, iğnelik, dikme... Hepsinden almak istiyor insan ama annemin aldığı cibez, enginar, ıspanak da ziyadesiyle yetti. Ege otlarına merakınız varsa, 13-14 Nisan'da Alaçatı Ot Festivali'ni takviminize not düşün derim. Bu yıl dördüncüsü düzenleniyormuş. Muhtemelen çok kalabalık olur.
Pazardan otları yüklenip Çeşme'deki arkadaşlarımıza gittik. Elimizde, Alaçatı'daki anne kızın işlettiği fırından aldığımız sakızlı kurabiye kutularıyla. Biz çay içerken, bahçede poz verir gibi duran bir başka tekir geldi dibime. Ama ağır abi havası vardı sanki biraz.
Bahçede muhabbet, sonrasında şahane otlarla kurulmuş bir sofra, sahilde akşam yürüyüşü... Anneme de bize de çok iyi geldi. Bu mevsimde de güzelmiş buralar. Sakin...
Bir de Çeşme sahildeki şu binayı çok beğendim. Eskiden bir şey palas oteliymiş, çok heybetli görünüyor. "Büyük Umutlar" filmindeki Paradiso Perduto gibi. Kim bilir '50'lilerde '60'larda burada ne eğlenceler, danslar, dedikodular, uuuvv yaşanmıştır. Eskimiş, yaldızları dökülmüş, o şaşaalı günleri geride kalmış ama bence hala çok güzel. Keşke aynen eskisi gibi restore edip açsalar. Çirkinleştirip bayağılaştırmadan, o zarafeti bozmadan...
Pazar günü, Sığacık pazarını tavaf ettikten sonra hafta sonumuz son buldu. Ama bence Sığacık Pazarı'ndaki otlar daha çeşitli ve hesaplı. Pazar, kale içinde kuruluyor. Sığacıklı teyzeler baklava, börek,
enginar dolması, salça, reçel, kabak çiçeği dolması... aklınıza gelecek
her şeyi tezgahlarında satışa sunuyor. Hangisinden alacağını şaşırıyor
insan. Şahane!
Labadayı, radikayı anladık da... Siz helvacı çoban düdüğü diye bir ot duydunuz mu allasen?