30 Mayıs 2014 Cuma

'İyi ki doğdun Gezi'


Gezi'nin yıldönümü geldi ve bir yıl geriye dönüp baktığında, birçok şeyin değiştiğini fark ediyor insan. En azından çoğumuzun zihninde. Evet, her şey birdenbire düzelmedi, düzelmiyor elbette. Bazen her şey aynıymış gibi umutsuzluğa, karamsarlığa kapılıyoruz. Ama rüya, ütopya gibi günler yaşadı bu ülke. Evet, Türkiye'nin tarihini bir günde değiştiremeyiz ama şaşırtmak bile büyük bir şey. Üstümüzdeki ölü toprağını, o yılgınlığı serin nefesiyle üfleyerek uzaklaştıran şey. Dünyanın birçok yerindeki ünlü-ünsüz insanın  buranın insanlarına destek vermesi önemsenecek bir şey... Birbirinden ateş ve su kadar farklı (ya da öyle aksettirilen) insanların kolkola girmesi, aynı şeyleri talep etmesi mühim bir şey...

Umudun fişeği olan Gezi Direnişi, gencinden yaşlısına hepimize çok şey öğretti. Birçoğunu barıştırdı, birçoğunun gözünü açtı bazı gerçeklere. Anlamak istemeyen körlerle sağırlara, vicdanı milim yerinden oynamayanlara yapacak bir şey yok. Ama belki 15-20 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, yaşananları daha net anlayacağız... Gezi direniş ve isyan olduğu kadar, vicdan ve umuttu. 

Ve umuda, "Böyle geldi bunca zaman, böyle gitmesin artık!" demeye, yerimizden kalkıp silkinmeye her şeyden çok ihtiyacımız vardı. Tahammülümüz kalmamıştı artık aşağılanmaya, ötekileştirilmeye, tükürüklü çemkirmelere maruz kalmaya, aptal yerine konmaya, her yanı gri bir beton cehenneminde yaşamaya zorlanmaya, acımasızlığa...


İçimizde yeniden canlandırdığı umut ve bir gün bu ülkede mutlu olma ihtimalini bize gösterdiği için de sevdik biz Gezi'yi. O yüzden iyi ki doğdun Gezi Direnişi...

Geçen yıldan geriye, birçok fotoğraf kaldı aklımda. Ve birçok unutulmaz an... Ama gözümün önüne en çok gelen, alttaki beşbenzemezin olduğu fotoğraf. Ne kadar farklı insanın Gezi Direnişi için bir araya geldiğini, nasıl birbirini kolladıklarını hatırlatıyor. Gülümsetiyor.

Fotoğraf: Adem Altan (AFP fotomuhabiri) / Ankara
Hayatını, gözünü kaybeden o gencecik canlar için denecek şey ise unutulmayacak oldukları. Size bunu yapanlar cezasını çekmedi ne yazık ki. Ama, ah ilahi adalet... ruhunuz huzur içinde olsun.


Güzel bir yazı için buyrun. Deniz'in o yazısından:

"Bildiğim, Gezi'de yaşam kadar ölümü de öğrendik. Nasıl acıttığını ve buna nasıl tahammülümüz olmaması gerektiğini. Çünkü hiçbir devletin, vatandaşını 'öyle ya da böyle' öldürme yetkisi yok. İhmalle de öldüremez, sabrı taştığı için de. Etnik kökenini beğenmediği için de öldüremez, meshebini yahut kıyafetini gözü tutmadığı için de."

"Padişahım ölme, bilakis çok yaşa!
Yaşa ki gör, nasıl yanıldığını, nerede hata yaptığını.
Kimse bu ülkeyi üzerine yapmadı, hiç birimiz senin değiliz. En "senin" sandıkların bile.
Adalet duygusal bir süreçtir ama his ile sağlanamaz.
Adalet kindar değil, kararlıdır.
Ve o adaleti ya sağlayacağız, ya sağlayacağız.
İnadına seveceğiz bize düşman kıldıklarını, severek iyileşeceğiz.
İnsanların madende/sokakta/inşaatta/trafikte ölmek yerine, ağaçlar altında istedikleri dilden şarkılar söyledikleri bir ülke olacağız.
Çocukların sevişmeyi yahut gülmeyi değil çalmayı ayıp bildiği, dindarın dinsizle komşu olabildiği, doğanın edepsizce talan edilmediği, pırıl pırıl bir yer olacağız.
Ve sen tüm bunları,
hücrenden duyacaksın."

29 Mayıs 2014 Perşembe

Mari Teyze'nin domatesleri

Bağımsız fotoğraf kollektifi olan Nar Photos, 10 yıllık arşivinden bir derlemeyi  sergiye dönüştürmüş. 2003-2013 yılları arasında çektikleri fotoğrafların bazılarından oluşan "Yolda" sergisi, Türkiye'nin yakın tarihinde yaşanmış olayları, etkisi bugüne dek uzanan durumları da önümüze seriyor; gölgede kalan hikayeleri gün yüzüne çıkarıyor. 

Tolga Sezgin / Antakya, 2008
Yukarıdaki fotoğrafta, Türkiye'deki son Ermeni köylerinden biri olan Vakıflı'da seradan domates toplayan Mari Aydın var. Köyde 2004 yılından beri organik tarım yapılıyormuş. Mari teyzeye özenmemek elde değil, bir gün bizim de böyle bir bahçemiz olur belki, kim bilir...

Yaşamın farklı durumlarını ortaya seren ve yakın geçmişe dair toplumsal bir hafıza yaratan Nar Phors'çuların eline sağlık. Görmek isteyenler için sergi, 28 Mayıs - 9 Kasım 2014 tarihleri arasında İstanbul Modern'de. 

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Wabi-Sabi

Daha önce şurada bahsettiğim ve çok ilgimi çeken serinin devamını paylaşmış Çavlan Kediler ve Kitaplar'da. Farklı kültürlerden tercüme edilemeyen kelimeler, bir de görsel karşılıkları... Hoşuma gitti.  

Tasarımcı Anjana Iyer, "Found in Translation" (çağrışım: Lost in Translation) adlı projesinde İngilizcede tek sözcükle ifade edilemeyen kelimeler için ayrı bir afiş hazırlamış her gün. Projesini de 100 Days Project sitesinde  sergilemeye başlamış. Birkaçını burada paylaşıyorum. Posterlerin tümü ise şuradaymış.

Wabi-Sabi (Japonca): Büyümenin, yaşlanmanın ve ölmenin doğal döngüsünü kabullenmek.
Fernweh (Almanca): Asla gitmediğiniz bir yeri özlemek.
Gattara (İtalyanca): Hayatını kedilere adamış, genellikle yaşlı ve yalnız kadın.
Backpfeifengesicht (Almanca): Fena halde yumruklanmayı hak eden surat
 Üstteki ve alttaki, gündemimizi fena halde düşündürten kelimelermiş... Tatsız.

 Schadenfreude (Almanca): Başkalarının ızdırabından haz alma.
Istoriesmearkoudes (Yunanca): Asla doğru olamayacak kadar uçlarda ve abartılı hikayeler (Bizdeki palavracı avcı hikayeleri gibi)
Tsundoku (Japonca): Bir kitabı satın aldıktan sonra okumamak, kendisi gibi alınıp okunmamış kitapların durduğu yığına atmak.
Ghiqq (Farsça): Çaydanlık kaynadığında çıkan ses.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Burcu...

Memleketçe delirdiğimiz artık tescillendi. Tepeden tırnağa vicdansızlaşarak akıl sağlığımızı yitiriyoruz. Ama acımasızlığımız, hepsinden beter. 

Genç bir kadın, Boğaziçi Köprüsü'nden atlayıp intihar etmiş. Çırılçıplak. Üstünde giysi yok, kimlik yok. O yüzden bilinmiyor kim olduğu. 20-25 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Sahil Güvenlik ekipleri sudan yaralı olarak çıkarıyor, Şişli Etfal Hastanesi'ne kaldırıyorlar ama kurtarılamıyor. Kim olduğu hala meçhul. Belki tanınmak, bulunmak istemediği için o halde Boğaz'ın sularına bırakmış kendini diye tahminde bulundum kendimce. Ne anlarım ki acısını, diyorum sonra... Geldiği gibi yalın gitmek istemiş bu dünyadan, buymuş giysisiz olmasının sebebi.

Fotoğrafı şuraya iliştiriyorum, muhtemelen köprüdeki Mobese kamerasının görüntüsü. Bulanıklaştırılmış ama yine de popo görmekten rahatsız olan varsa bakmasın.  Şov yapmaya çalışmadığı, kararlı olduğu anlaşılıyor. Hiç tereddüt yok. Bir anda olup bitiyor her şey. 


Birçok haber kanalı ise gencecik bir insanın intihar etmesini, hayattan vazgeçmesini, intihardan başka çıkar yol bulamayacak kadar çaresiz hissetmesini değil de 'çıplak' oluşunu dert etmiş kendine. Tekrar ediyorum, kız hayatını kaybetmiş. Bir can gitmiş yani. Kim bilir ailesi, arkadaşları nasıl haberdar oldu durumdan? Kim bilir nasıl perişan oldular? Korkunç.

Ama olsun, çıplakmış. Her yanı görünüyormuş yani, uuu... Yani insan intihar da etse, üstüne usturuplu edepli bir şey giyer değil mi ama? Bir sürü kamera filan orada ne de olsa. Ayıptır. Hem biz milletçe hassasız bu konularda; ar, edep, namus... Ahlaklıyız sanırken aslında dedikleri gibi "Ülke olarak o kadar ahlaksızlaştık, o kadar ölümleri kanıksadık ki gencecik bir insanın neden intihar ettiğini yazan gazeteler değil, çıplak olmasından dem vuran gazeteleri okuyoruz" Korkunç insanlara dönüşüyoruz hakkaten.

Sonrasında kimliği belli olmuş genç kızın. Burcu... Burcu Namlı. 34 yaşındaymış. Kuzeni Deniz de basına ve kamuoyuna alttaki metni göndermiş. Okuyalım, utanalım diye... Burcu'yu tanımazdım, Deniz'i de. Ortak arkadaşlarımız varmış, öyle haberdar oldum yazıp paylaştığı bu yazıdan. Kokuşmuş basınımızın hali ortada, insanlar canları bu kadar yanmışken, bir de bunları yazmak zorunda hissetmiş kendini. 

Çok üzücü, öte yandan ölümü tercih etme konusunda kafam karışık. Acımaya hakkımız yok belki de. Bunu tercih etmiş, kararına saygı duymalı. Ama insanın içi, tanımasa da kocaman bir cııızz ediyor. Ruhun huzur içinde olsun Burcu... 


25 Mayıs 2014 Pazar

Cannes arası Köln

Cannes'da gurur, Köln'de utanç... Nuri Bilge Ceylan, "Kış Uykusu" filmiyle Cannes Film Festivali'nde büyük ödül olan Altın Palmiye'yi kazandı. 32 yıl aradan ve Yılmaz Güney'in "Yol"undan sonra yine bir Türk yönetmenin ellerindeydi ödül. Ceylan, "Yalnız ve güzel ülkeme"den sonra yine zarif ve duyarlı bir gönderme yaparak "Ödülümü son bir yılda Türkiye'de hayatını kaybeden gençlere ve Soma'da hayatını kaybeden madencilere adıyorum." dedi. Tüm TV kanallarımız, bu önemli başarının yaşandığı töreni 'canlı' vermek yerine nefret söylemiyle dolu bir siyasi şovu vermeyi tercih etti, neyse ki internet var. Videoyu eklemek istedim ama kimse Türkçe altyazı eklemeye gerek duymamış galiba, hepimiz Fransızca biliyoruz zaar...


Böyle şeyler de oluyor diye umutlanırken biz, bişbikinin Köln'de karşılaştığı halk protestoları, cevval konuşması kadar yer bulmadı basınımızda elbette. Alman basınındaki gazete patronlarına "Yav Hans, bu ne rezalet! Hassas dönemden geçerken bu tür yazılar olacak iş mi? Gereğini yapıver, hadi bakim!" denemediğinden olsa gerek, tepkiler büyüktü. "Hoş gelmediniz, burada istenmiyorsunuz!" diyorlardı. Gerçi burada da, neyse... Eurovision 2014 birincisi Conchita Wurst da kendisini protesto edenler arasındaydı.


Ki Wurst, eleştirdiği benzer zihniyet tarafından Balkanlar'daki sel felaketinin sorumlusu olmakla suçlanıyordu bir yandan. Bazı din adamları "Bu, Tanrı'nın bir uyarısı" diyorlardı. "Onun yüzünden oldu" Buna benzer bir abuk laf da 1999 depremi sırasında, "Gölcük'te içki içiliyor, fuhuş yapılıyordu; Allah cezalandırdı" şeklindeydi. Dünya acayip bir yer oldu hakkaten... Bu sakat zihniyet ürkütücü.

Artık "Bugün kime ne oldu, kim kimvurduya gitti, kim yok yere canından oldu, kim herkesin önünde aşağılandı?" diye uyanmak istemiyoruz güne. Nefret saçan kışkırtıcı konuşmalardan yorulduk. İnsan canının bu kadar kıymetsiz addedilmesinden, birçok suçun cezasız kalmasından, üstüne de mezhep çatışmasının körüklenmesinden yıldık. Tehlike büyüyor ve insanların duyduğu dehşet de öyle. Soma, peşinden Okmeydanı'nda olanlar... Az biraz izan, vicdan. 

Öldürenin bırakın suçlanmayı sırtının sıvazlanmasından, öleninse öldüğüyle kalıp bir de üstüne azar yemesinden bıktık, umut etmek istiyoruz. Vicdan yoksunu kirli siyasetinizi, ayrımcı tavrınızı alıp gidin lütfen. Gölgeniz yordu. Işık lazım.

Ben ananemden Rumlarla, Ermenilerle, Musevilerle nasıl kardeş gibi yaşadıklarını; kandillerle paskalyalarda karşılıklı helva-çörek ikramlarını, güzel komşulukları dinleyip o günlerde yaşamayı dilerken, bu devirde tepeden gelen kibirle Alevi-Sünni çatışmasının acımasızca, tuhaf hesaplarla körüklenmesini anlayamıyorum. 

Kızılderililerin dedikleri gibi, beyaz adamın dili çatallı. Lütfen biraz olsun susmayı deneyiniz. Hatta tekmecilerinizi, yumruklarınızı, yardakçılarınızı, taş kalbinizi, tükürüklerinizle öfkenizi alıp da giderseniz daha da memnun oluruz. İyi ve aydınlık günler görmeyi hak ediyor bu ülke ve insanları, hem de zannettiğinizden de fazla. Kimseye kalmıyor ki o koltuklar. Endişeliyiz hepimiz, güvende değiliz. Sayenizde.

22 Mayıs 2014 Perşembe

Kaz Dağları'ndan güzel haber

Bir önceki yazıda şöyle yazmışım: "Uzak bir yerlere gitmek istiyorum, böyle yeşillik, sakin. Uzak olması da gerekmez aslında. Çanakkale'ye, Kars'a beraber gittiğimiz arkadaşlarımızla hep dediğimiz gibi 'Şuraya bi kulübe kondursak ya' dediğimiz güzel, yeşil, huzurlu bir yere. Etrafta sadece dere şırıltısı, keçi melemesi olan; domates biber yetişen bir bahçesi, arkada meyve ağaçları olan bir yere."

En son Biga-Çan taraflarında Dondurma Köyü'ne (ismine kurban) kampa gittiğimizde, kaldığımız yere aşık olmuş; 2-3 kalıp oraya özgü nefis beyaz peynirle birkaç şişe süte çok komik bir para (20 TL bile değil) ödeyince, oralarda avuç içi kadar bir yer alıp mini minnacık, kendi yapacağımız bir kulübe kondurmak için hararetli planlar yapmıştık.

Kaz Dağları candır, oo topluca yaşarız, keçi-tavuk besleriz... Domates biber ekeriz, çitler dikeriz. Kimse gelmesin diye değil, keçiler kaçmasın diye. Emre sonra organik tarımla ilgili bir sürü teori atmıştı ortaya. Kamp ateşinin başında hayaller hayaller... Hiçbir şey olmasa gelir kamp yapar, biraz nefes alır, temiz havasını solurduk yani. Sonrasında Eczacıbaşı'nın civarda altın arayacağını ve oraların talan olacağını duyup kahrolduk, bütün hayallerimiz yıkıldı. Su kirlenecek, hava kirlenecek; o yeşillik mahvolacak. Höf!

Canım E., bu sabah da bu güzelliği göndermiş; "Haydin gidiyoruz! Toprak alıcaz, hazırlan!" diye. Tam ofiste kahvaltı ediyordum, minik bi çığlık atıvermişim. Güzel haberler de duymak lazım arada. Azıcık nefes aldırın yahu!

Buğday Ekoloji Yaşam Derneği paylaşmış güzel haberi Facebook sayfasında, aynen alıyorum:


Kaz Dağları'ndan güzel haberler var!

Çanakkale'nin Bayramiç ilçesine bağlı Kurşunlu köyünde, Zafer Madencilik tarafından işletilen Feldspat madenine karşı açılan “ÇED gerekli değildir” kararının iptali ve maden ocağının ruhsatının iptali ile ilgili iki dava da sonuçlandı. İdare Mahkemesi, hem “ÇED gerekli değildir” kararını hem de maden ruhsatını iptal etti.

Maden arama çalışmaları, yörenin içme suyu ve tarımsal sulama ihtiyacını gören Bayramiç Barajı'na 1150 metre uzaklıkta; köye 75 metre uzaklıktaki Skepsis Ören Yeri yakınında devam ediyordu.

Yaşam alanlarını tehlikeye sokacağını düşündükleri maden arama çalışmalarını durdurmak için hukuki mücadeleye devam eden Kurşunlu Köyü sakinleri, yaptıkları eylemlerle de seslerini duyurmaya çalıştılar.

Kurşunlu'da 22 gün boyunca sürdürdüğü açlık grevi ile tanınan Bülent Behçet Özüren, kararın ardından bir açıklama yaparak “Ormanımız kesilince kaçan kuşlarımız, tavşanlarımız, arılarımız geri gelecek. Tel örgüleri sökecekler, binlerce fidan dikeceğiz. Gelecek nesillere gasp edilen ormanı hep beraber geri vereceğiz” dedi.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Bir Çocuk İki Kedi

Günlerdir kalbimizi sıkıştıran acılar şimdi mahkeme duvarlarında, adeletin yerini bulacağına inanabilsem belki içim biraz olsun rahatlayacak. Ama o insanların acısını unutmak mümkün değil, aileleri için zorluk bundan sonra başlıyor. Giden de geri gelmiyor... 

Akın Arslan'ın dediği gibi, "Felaketler nedeniyle ‘olağan işlerimizi’ yaparken, olağan içerikler hazırlarken utandığımız günlerden geçiyoruz yine. Hayat bir türlü normale dönemiyor"

Dün gece rüyamda babamı gördüm, böyle içim çok daraldığında, yüreğim sıkıştığında görüyorum bu aralar. Çok azını hatırlayabiliyorum ama. Antikacı, bitpazarı gibi bir yerdeymişiz; ibrikler, çaydanlıklar... Sanki hep onunla gitmek istediğim ama bir türlü gidemediğim Mardin, Urfa gibi bir yerde. 

Bakındığımız eski çaydanlıkların, ibriklerin içinde içecek soğuk ve güzel bir şeyler varmış, babam onlara bakıyor, tatmak istiyor. "Boşver onları baba" diyorum, "Su candır. Soğuk su var bunda bak, bunu iç" Bölünüp duran uykumun arasında onu görmek içimi ferahlattı. Hatta "Sabah arayıp babamı, anlatayım rüyamı" diyecek kadar şuur gitmiş galiba gecenin 3'ünde. Sabah 7'de alarm çalınca hepsi uçup gitti. Gerçek kaldı geriye.

Uzak bir yerlere gitmek istiyorum, böyle yeşillik, sakin. Uzak olması da gerekmez aslında. Çanakkale'ye, Kars'a beraber gittiğimiz arkadaşlarımızla hep dediğimiz gibi "Şuraya bi kulübe kondursak ya" dediğimiz güzel, yeşil, huzurlu bir yere. Etrafta sadece dere şırıltısı, keçi melemesi olan; domates biber yetişen bir bahçesi, arkada meyve ağaçları olan bir yere. 

Belki de bir gün beyin ailesinin fındıklığına küçük bir kulübe kondurabileceğiz, elleriyle yapmak istiyor o kulübeyi; bunu hayal etmek bile iyi hissettiriyor. Ne de olsa çocukluğunun geçtiği, anneannesinin onu şefkatle sardığı yer orası. Bahçesinde oynadığı, sobasının dibinde uyuduğu, bahçesinde anneannesinin şahane yemeklerini yediği yer. Aile bağları iyi geliyor insana, güvende hissettiriyor. Bunları düşünürken, dostum E'den şahane fotoğrafların olduğu bir link geldi. Gülümsedim sabah sabah.

Rus fotoğrafçı Andy Prokh'un fotoğraf projesi geçen yıl başlamış, modelleri ise kızı ve iki kedisi. Cimcime de iki kedi de hallerinden memnun gibi görünüyor. Hepsi büyüdükçe, seri çeşitleniyor. Prokh'un sitesine bakınca fark ettim, bayıldığım gözlüklü kedi fotoğrafı da kendisine aitmiş. Web sitesi de şurası

Via









16 Mayıs 2014 Cuma

Soma, yangın yeri


Of yarabbi, günlerdir insanların feryatları dinmiyor Soma'da. Hiç bu kadar beddua etmiş miydim hayatım boyunca, bilmiyorum. Ama bu insan müsveddeleri yüzünden on küsur yıldır cümleten ediyoruz herhalde. "Allah belanızı versin" demekten yoruldum... Ailesini geçindirebilmek için yerin yedi kat dibine inmek zorunda kalıyor bu insanlar. Madencilik onlar için baba, dede mesleği. Başka çareleri yok, mecburlar. Para kazanmak için yapmak zorunda oldukları iş bu. Madende ne doğru düzgün güvenlik önlemi alınmış, ne doğru düzgün denetleme yapılmış... Müfettişler desen, müsamere gibi danışıklı dövüşle 2 karış yere bakıp gitmiş. Zaten onların da geleceğinden haberi var herkesin. Körler sağırlar birbirini ağırlar...

Bu yerin dibine batası para hırsınız, o bitmeyen arsızlığınız, açgözlülüğünüz yüzünden; o "Gündem değiştirmek içindi" bahanesiyle reddettiğiniz soru önergeleri yüzünden can verdi bunca insan o madende. Onlara mezar olan o ölüm çukurundakilerin tam sayılarını bile bilmiyoruz sayenizde. Doğru düzgün sendikaları yoktu, güvenceleri yoktu, grev hakları yoktu; taşeron firmalarınızın insafına terk edildi hepsi. Kısa zamanda çıkacak daha çok kömür, daha çok para için can güvenliği olmadan o insanları çalıştırdınız. Yemek kuponlarına el koyup kalabalık görünsün diye zorla mitinglerinize sürüklediniz. Kaçak işçileri, yaşı küçük çocukları ucuz iş gücü diye çalıştırdınız. Ecel deyip geçemezsiniz! 

Madenden cansız çıkan insanları yaralı gibi göstermek için ucu boşlukta sallanan oksijen maskeleri taktınız yüzlerine. Canı yanmış, canı gitmiş ailelerinin feryadını duymazdan gelip bir de üstüne hakaret ettiniz, yumrukladınız, tekmelediniz! Üstü örtülür sandığınız onca kötülük yanınıza kalmasın. Kanser gibi sardınız memleketi! Hala aşırı uçlar, hala huzurumuza zeval gelmesin diyebiliyorsunuz...


Daha çok kömür, daha çok para, özelleştirme hırsı, maden ocaklarının taşeron firmalara verilmesi, o pis pazarlıklar, aynı kaba pislemeler, birbirinin açığını örtmeler, ahbap-çavuş ilişkileri yüzünden bir sürü baba, kardeş, oğul, koca gitti; bir sürü ocak söndü. Dışarıdan insanlar olarak bizim bunca içimiz  kavruluyor; ya evladını, kocasını koca ekranlardan teşhis eden, yan yana mezarlara peşpeşe gömen o insanların acısı? Evinin direği, canının yarısı gitti; nasıl dayanacak bu acıya, ne yapacak geçinmek için? Çaresiz koydunuz o insanları. Üstüne de hakaret, aşağılanma, dayak... 

Hala tek bir istifanın, yüz kızarmasının emaresi yok. Hayatını kaybedenlerin, söylediğiniz sayının çok çok üstünde olduğunu herkes tahmin ediyor, dillendirmeye içi elvermiyor. İşletme sahibi gelmiş yaşlılığından dem vurmuş, şefkat beklemiş. O çukurda gencecik canlar gitti; arkalarında hamile eşleri, küçücük yavruları kaldı. Bu ne cüret yahu! 450 işçi nerede, orada gömülü mü kalacak? "Biz kazanın neden gerçekleştiğini bilmiyoruz. Sıkıntıyı bilmiyoruz. Hiçbir ihmalimiz yok bu olayda. Canla başla çalıştık. 20 yıldır madenciyim." gibi zırva şeyler demeyin bari. Peki ne biliyorsunuz siz?

Umarım aynı acılar gelir sizi bulur, umarım uğruna onca ah aldığınız o paralar boğazınıza dizilir, umarım o zırt-pırt her yere diktiğiniz, güneşi rüzgarı çalan dev kulelerinizin altında kalırsınız. Güç şimdi sizde diye arsızca, ahlaksızca, pişkince hep öyle olacak sanıyorsunuz ama gün olur devran döner. Kimseye kalmıyor o yapışılan koltuklar, herkes beyaz bir bez parçasıyla aynı toprağın altına giriyor. Madenciliğin fıtratında ölüm varsa, bu onların sorunuysa madem; geçmişte iktidar hırsı yüzünden canından olan vezirlere, siyasilere bir bakın isterseniz... Sonları ne olmuş? Gaddarlığınız, vicdansızlığınız ve öfkenizde boğulun!

İnşallah yargının karşısına çıktığınız günleri de göreceğiz, dilerim çok da uzak değildir o günler. Bir mucize olup o insanların aileleri sizleri affetse bile, vay gidene... Gidenler affeder mi, hiç zannetmem. Herkesin isyanı, öfkesi boğazında; TOMA'larınızın söndüremeyeceği bir ateş yanıyor siz hariç herkesin içinde. Yas evine çevirdiniz her yeri, iyi gün görmeyin. 


11 Mayıs 2014 Pazar

Anneli kızlı


Annemle bu fotoğrafımızı çok seviyorum. Epey ufakmışım, kafamdaki komik şapkaya bakılırsa... Annemle bir sürü fotoğrafımız var, babam fotoğraf çekmeye çok meraklıydı. Ama nedense bu pek hoşuma gidiyor. Annemin yüzündeki güzel gülümseme, benim şaşkın sırıtışım... Nerede çekildiğini bilmiyorum, muhtemelen benim çok küçük olduğum zamanlarda yaşadığımız Altınoluk'ta. El salladığıma bakılırsa ya sabah babamı işe uğurluyoruz ya da poz vermem için bana seslendi ve ben de el sallayarak karşılık veriyorum. Hepimiz mutluyuz ama sanki... Her şeyin güzel, sakin, mütevazı olduğu zamanlar. 70'lerin sonunda güzel bir yaz günü.

Çocukluk günlerini en geriye sarabilsek, en eskisini bile hatırlayabilsek keşke. Ne güzel olurdu. Aklım ererek kaçıncı Anneler Günü'nü kutluyorum acaba annemin, 30. mu? Belki de. Hep hediye hazırlamaya ya da almaya çalıştım, seviyorum çünkü hediye vermeyi. Bunların içinde kendi yazdığım şiir de vardı, çiçek de, elbise de, saçma sapan ev aletleri de... Her ne kadar o "Gerek yok, alma çocuuum" dese de rutini bozmadım. Eh, evlenince hediye sayısı da iki oldu haliyle, ayırmak olmaz... Muhtemelen annem için en güzel hediye hiçbir zaman o aldıklarım değil; iyi, sağlıklı ve mutlu olduğumu görmekti. 

Eşimin ailesiyle tanışıp da laf evliliğe geldiğinde herkes gülümserken sadece annemle kayınvalidemin bir yandan da ağlaması bu yüzdendi. Sevinç gözyaşı. Ben İstanbul'da üniversitedeyken vize-final yüzünden yılbaşında İzmir'e gidemediğimde telefonda "Keşke sen de burada olsaydın" diye ağlaması... Hasret gözyaşı. Ayağımı kırıp da telaşlanmaması için bin dereden su getirip uğraşarak aradığımda ilk uçakla gelip hastane odama ağlayarak girişi... Endişe gözyaşı. Yani annelik, mutluluk ve fedakarlık kadar sürekli bir endişe hali de galiba. İnsan bu yüzden anlamakta zorlanıyor. Sürekli, kaç yaşına gelirse gelsin çocuğunu için için merak etme hali.

Saçımı yeşile filan boyadığım ergenlik günlerimde bıktırdığımda, "Yahu o yırtık pantolonla sokağa mı çıkılır!" dediğinde umursamayıp "Üf yeaa" diyen bana "Sen de anne ol da, o zaman anlarsın" sözleri, bol delikli kulağımın birinden girip öbüründen çıkıyordu. Ama yaşım 35'e dayandığında daha iyi anlıyorum onu. Anne olunca tümüyle anlayacağım belki de. Çok zor iş. Ama Leylak Dalı'nın sözü yetişiyor imdada: "İyi insanlar, iyi çocuklar yetiştirir."

Annem, iyi ki varsın. Birlikte sağlıklı, mutlu, neşeli ve gözyaşı olacaksa da sevinç gözyaşıyla dolu nice uzuun yıllar geçirmek, bir sürü Anneler Günü kutlamak dileğiyle... Seni seviyorum.

Annem, ikinci anne olan Zeynep anne ve tüm anneler; Anneler Günü'nüz kutlu olsun; çocuklarınızla mutlu olmanızı, iyi günlerini görmenizi ve onlarla güzel yıllar geçirmenizi diliyorum. Ve ne yazık ki can annesini yitirmiş, canı evladını kaybetmişler; sizlere de (acınızın depreştiği bu günde) sonsuz sabır ve dayanma gücü diliyorum...

9 Mayıs 2014 Cuma

Piridin'li cuma

Dünden beri yağmur hiç dinmedi. Sabah zar-zor uyanıp işe gittim. Hava kapkara. Kıştan farksız. Sabahtan beri de durmadan yağıyor. Barajlar azıcık da olsa dolmuştur umarım, ananem sevinmiştir. Sevinecek bir şey bulmak lazım zira.


Öğlen tam toplantı yapacakken iğrenç ve keskin bir koku yayıldı ortalığa. Ben bizi yavaş yavaş zehirlediklerinden şüphelenirken mevzu anlaşıldı. Yönetim binasında bizim ofislerin en alt katında, laboratuvarlar var. Orada bir patlama mı, sızıntı mı ne olmuş... Bir anda herkes ağzını yüzünü kapatıp koşturmaya başladı. Sonra da duyuru yapıldı, bina boşaltılıyor diye. Aksiyon filmi setine döndü ortalık. Herkes bahçeye, yağmurun altına...

Yüzüme fularımı kapatıp paltomla çantamı kaptığım gibi bahçeye fırladım. Türlü laf döndü, yok sızan madde kanserojenmiş, yok yangın tehlikesi varmış, aman kısırlık yapıyormuş, bilmem ne... Tatil ilan edildi sonra. Ofislere girilmemesi, çok önemli eşyalarını unutanların da maskeyle girmesi söylendi. Kayınvalidemin anneler günü hediyesini unuttum misal, girip almama izin vermediler.

Bizim müdür "Laptoplarınızı alın, dışarıdan çalışırız. Acil işi olan kalsın" filan derken diğerleri bol su ve ayran içmemizi, eve gidip duş almamızı ve üstümüzdeki her şeyi yıkamamızı söylediler. Ofiste pazartesiye kadar ciddi bir temizlik, kimyasal arındırma olacakmış, Pzt salı çalışma durumu da duyurulacakmış. Müdürün dediği kısım hariç hepsini yaptım. Ne çalışması yahu, bilgisayar vs herşey içeride kalmışken? Ama iç iç, içim dışım ayran oldu. Boğazımda da bi gıcıklık var, huylanmıyor değilim. 

Piridin'miş yayılan madde. Biraz bakındım, ekşi sözlükte yazılanlar tırsma yarattı azıcık. Hem paniğe hem tatile sebep olan Piridin... Sayende acil iş, bugün bitmesi lazım denen işlerin hepsi yalan oldu. Çok da şikayetçi değilim aslında. Belli mi olur, akşama doğru süper güçlerim olur belki. Asıl o Piridin tüpünü elinden düşürüp bunlara sebep olan oğlanın halini merak ediyorum ben. Yazık...

Neyse, evimdeyim... Yukarıdaki deli son ses Soner Arıca açtı, ben de son ses Deep Purple. Bakalım  n'olacak? Piridin ya sabır ya da deliyle delirme gücü verir belki.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Kedili

Fotoğraf: Seyhan Doğrusöz
Böyle bir balkonda hayal ediyorum kendimi. Kırık-dökük olsun, mühim değil. Ama denize baksın misal. Böyle hışır hışır dalga sesleri gelsin. Balkonda rengarenk çiçekler de olsun. Vita tenekesinde olmuş, janjanlı Ikea saksısında kök salmış; fark etmez. Balkona bir sandalye, bir de sehpa sığsa yeter... Yok, ikinci bir sandalye de muhabbet edilecek can için. Çayım-kurabiyem dursun sehpada, bir de kitaplarım. Ayağımı uzatıp kitap okuyayım, arada üzümlü-cevizli kurabiye kıtlayayım, yanımdakiyle sohbet edeyim. Kedi de arada manzaradan gıdısını kaldırıp bana baksın ama, kafasını filan sevdirsin... Huysuzluk etmesin.


Ya da böyle bir çalışma odam olsun. Benden çok kediler yayılsın. Ya da hep beraber yayılalım. Biri göbeeme, öbürü ayakucuma, diğeri de sol koluma. Yazar, şair ve ilüstratör Edward John Gorey öyle yapmış. Görünürde üç kediyle nefis şekerleme. Hor hor, gır gır. Gazeteler, kitaplar, çizim taslakları her yerde. Huzurlu bir çalışma yeri değil de ne?

6 Mayıs 2014 Salı

Audrey, Hıdırellez ve kara kedi

4 Mayıs'ta doğmuş Audrey Hepburn. Pek severim kendisini. O endam, zarafet, masumiyet, doğallık  ve yardımseverlik... Başka hiçbir aktristte yoktur herhalde. 1929'da doğmuş, eğer yaşasaydı 85 yaşında olacakmış. Yine aynı zarafete sahip olurdu, eminim. Bazı insanlara yıllar ya da yaşlılık işlemiyor sanki. Asil bir aileden gelen ama 2. Dünya Savaşı döneminde zorluklarla büyüyen, uzun yıllar çocuklar için hayır işlerinde çalışan bir yıldız... Doğum günü şerefine hoş bir doodle yapmış Google.


Bunlar da bayıldığım fotoğraflarından ikisi. Hayvansever oluşu da ayrı bir güzellik.



Dün Hıdırellez'di. Hızır-İlyas buluşması. Fark etmemiştim ağır ruh halinden. Yorgun argın geldim işten, annem akşam hatırlattı. Pek severim Hıdırellez'i, eskiden Ahırkapı Şenlikleri'ne giderdik. Eğlenceli olurdu, herkesin neşesi yerinde, dilekler oraya-buraya asılır, oynanır, konserler olur, yiyecek içecek desen gırla... Sonra da tüm dilekler denize. Kalabalık olur ama olay çıkmazdı. Gittikçe azaldı sanırım o şenlik havası. Hem insanlar eğlenir hem de Ahırkapı'da yaşayanlara faydası dokunurdu, çünkü onlar da el emeği bir şeyler satarlardı. Beni en çok da sert punk'çı ya da metalci oğlanların şakır şakır göbek atması eğlendirirdi galiba. Bahar etkisi :)

Ahırkapı'ya gidemedim, balkondaki gülüm de kurumuş ama annemle Leylak Dalı'na danıştım, sardunya da olur dediler. Mühim olan niyet. Yazdım dileklerimi, bey de çizdi; astım kırmızı kesemi sardunya dalına. Sabah aldım, gün doğmuştu ama valla. O ka erken kalkamadım. Bugün akşam da denize savuracağım hepsini. Sevdiğim ritüellerden biri bu, bana iyi geliyor. Herkesin kabul olsun dileği :)


Bugün Deniz'lerin hayattan koparılışının üstünden 42 yıl geçmiş. İlkokuldaydım, bir arkadaşım bana Erdal Öz'ün "Kanayan" kitabını hediye ettiğinde. Okuduğumda çok üzülmüştüm. "Darağacında Üç Fidan"ı okuduğumda da içim çok acımıştı. Bugün bir yerde okudum, "Sonra belki düşüncelerin asılmadığı yerlere gideriz" demiş biri. Bence biz duralım durduğumuz yerde, bir yere gidecek halimiz yok; ama artık burası düşüncelerin asılmadığı bir yer olsun. Yetti bunca acı.

Bu haller fena ediyor işte insanı. Ben evde döne döne, bezgin gibi yattıkça oğlanlar da mayışıyor. Yediuyurlar gibi herkes hor hor, gır gır.  Yoda mayışıp suratıma mahsun mahsun bakarken, Obi de tepeden onu izliyor. "Kalksana kardeşim!" Ne de olsa kendisi daha atik tetik bir arap.



Kara kedilerle ilgili batıl inançlar bana çok komik geldi hep. Ay önümden geçti, aman uğursuzluktur... Alttaki de tam bu konuya parmak basmış. Şaşkın surat hoşuma gitti.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Mayıs gelmiş neyimize

Mayıs gelmiş kaşla göz arasında, fark etmemişim. 1 Mayıs'ı, yaşananlara delirmekle ve insanlar için endişelenmekle geçirdim. Üstüne de çocuk cinayetleri, çocuk istismarı, her gün okuduğumuz dehşet verici şeyler, Adana'dan, Kars'tan, Aydın'dan gelen acı haberler, insanların artık çocuklarını sokağa salmaya korkar oluşu ve zavallıca yapılmış "Çığlık atmayı öğretin" gibi parlak (!) zeka ürünü laflar gerçekten çok üzücü, delirtici. Vicdansızca.

Ablası benimle evlenmedi diye bir çocuğu kaçırıp "diri diri" yakan insanla yan yana dolaşıyoruz biz bu ülkede!!! Çığlık atmaktan başka çareler bulsanız, cezaları ağırlaştırsanız, adamakıllı tedbirler alsanız olmaz mı? Ailelere yol gösterseniz, onlar da çocuklarını eğitmek ve korumak için elinden geleni yapsa... "3'er 3'er yapın, devlet bakar" demekle olmuyor, olanı da bir zahmet korumak lazım. Ağaçta bitmiyor bu çocuklar.

İş çığrından çıktı, herkes paranoyak olacak! Her kayıp çocuk haberinin arkasından ölüm haberi geliyor. Çocuk Suçlarını Önleme Derneği Başkan Yardımcısı Gülhan Şişman'ın belirttiğine göre, ayda yaklaşık 3 bin çocuk kayboluyormuş. ÜÇ BİN! 14 altın kural varmış, çocukların bilmesi gereken. Artık bunlar şarkıyla mı, oyunla mı, çizgi film arasına serpiştirilen görüntülerle mi, okul ziliyle mi... nasıl anlatılırsa anlatılmalı. Çocuk işçiler ve çocuk gelinler için de ciddi önlem alınmalı. "Gereken yapılacaktır" cevabı artık çok yavan ve hiç inandırıcı değil.






Artık insan okudukça, izledikçe saçını başını yolacak hale geliyor. Yazıktır ya! Bu kadar mı aciz ve umursamazsınız? Konuyu açık-saçık gençlik dizilerine, efenim ayan beyan ortada olan cinselliğe bağlamadan önce düşündünüz mü, çayırda havan topuyla vurulup annesinin "parçalarını" eteğine topladığı Ceylan, ekmek almaya giderken biber gazıyla vurulup ölen Berkin, kaçak çalıştırılıp iş kazasında (!) ölen çocuk işçi, dedesi yaşında adamla evlendirilip canına kıyan çocuk gelin çocuk değil mi? Onlar da mı hep o "ahlaksız" diziler yüzünden öldü? Her şeye bu nasıl bir kulp takmadır?

Hafta sonunu gazete okumamaya çalışarak (ama ne mümkün), düşük tansiyon ve baygınlıkla geçirdim, sağdan sola dönerek. Ofisteki yoğunluk ise delirmiş durumda, ama nedense hiç umrumda değil. Mayıs gelmiş gibi de hissetmiyorum zaten.