Ben çift yılları severdim ve biri daha bitiyor, hey gidi. Artık o Unicef kartları yazan romantik insan değilim. Ama herkese yılbaşı hediyesi alıp Noel Ana gibi dağıtmayı hâlâ seviyorum.
Artık eskiyen 2010'un muhasebesini yapayım dedim, sonra vazgeçtim. Öyle ya da böyle, bitiyor işte. Cart diye geçti kendisi. Milenyum milenyum diye zıplarken, onun üstünden bile 10 yıl geçmiş. Vay anasını sayın seyirciler!
Çocukluğumdaki yılbaşı gecelerini düşünüyorum da... Annemin yaptığı enfes tavuk, kestaneli pilav, kabak tatlısıyla; çerezleri ve muzları hatırlıyorum. En eğlendiğim yılbaşı hangisiydi acaba? Sanırım 1985, Bursa'daki. Küçüktüm küçücüktüm, karların içinde yüzmüştüm.
Neyse, yeni yıl yeni umutlar demek ne de olsa. Dileyelim dilden geldiğince, adet bozulmasın.
Bizim ve sevdiklerimizin sağlığı bozulmasa, sevdiklerimizin başına kötü bir şey gelmese, sevgilimiz bizi hep sevse, dostlarımızla daha sık görüşebilsek, daha çok waffle yiyebilsek ama kilo almasak, kendimize yetecek kadar paramız olsa, eh pasaportu değiştirmişken de azıcık gezme fırsatımız çıksa, kedilerimiz de iyi olsa, her zaman olmasa da ara sıra yollara düşebilsek, kafayı dinleyebilsek, piyangodan para çıksa, bizi iş yerinde daha az sinir etseler; güzel olurdu hani. Bir de ben yeni yılda bisikletle gezmek istiyorum. Çocukluğumdan beri içimde ukte!
Ne demişler; ne ka beklenti, o hayal kırıklığı... Makul şeyler bekleyin siz de yeni yıldan, abartmayın! Mutlu yıllar :)
29 Aralık 2010 Çarşamba
26 Aralık 2010 Pazar
25 Aralık 2010 Cumartesi
22 Aralık 2010 Çarşamba
Merkür'den bize ne
Bu aralar herkes bir panikte, tetikte. Yurdum insanı astroloğa kesmiş. Aman dolunay var, eyvah ay tutulacak, oy en kısa gün bugün, vay Merkür geçiyor... "Amman kimseyle kavga etmeyin, ayın 21'i çok fena olacak, feci karışacağız" nidalarıyla kaç gündür kedi bıyığı gibi gerildim. Arkadaşım, bir sakin. Nedir yani? Neticede Merkür bize kaçacak, Venüs beriye gidecek demiştim, ucuz atlattık.
İşyeri zati bir çorba; dergi yetişti yetişmedi telaşı, bilmem ne... Benim aklımda asılı duran soru ise "Yılbaşında n'aapsak ki?" Bir de "Maaşa zam olacak değil mi hacı?" Budur. Eskiden yılbaşlarında özenle Unicef kartı seçip şehir içindeki arkadaşlarıma bile gönderen bir insandım ben. Bu hale geldim. Merkür Venüs vız gelir, tırıs gider neticede.
Misal iyi şeyler de oluyor. Anneannemi çok iyi gördüm geçen günkü aşure ziyaretimde. Sağlığı düzelince neşesi yerine gelmiş, hastalıklarından yakınıp durmak yerine ne zamandır ilk kez muhabbet ettik. Yemek yapmaya da başlamış, bir enerji gelmiş tontonuma, aman nazar değmesin. Ayva reçeli yapmış, bir kavanoz da bana verdi, "Senin vaktin yok, ben sana yaparım yılbaşında tavukla pilav, gelip alırsın" dedi, akabinde "İyi birini bul evlen" diye ekledi. Şaşırdım. Kısa ama verimli bir ziyaretti vesselam.
20 Aralık 2010 Pazartesi
Mız
Uyansam mı? Bilemedim. Biraz daha uyusam? Öf, geç kaldım. Pazartesi günlerini sevmiyorum evet. Telefon bozuldu, kafası karıştı daha şimdiden, alarmı çalmadı.
Bir şekilde geldim ofise. Cuma günkü motivasyon yemeğinde sarhoş ve sarmaş dolaş olan insanların pazartesi resmiyeti enteresan. Hangi hal samimi? Rakı sofrası mı, ofis masası mı? Bence sevmediklerini, alkolle yıkanan vicdanları yüzünden sevdiklerini sanıyorlar. Aman neyse.
Okumalar, ozalitler, onaylar... Peh, başlayalım bakalım.
Bir şekilde geldim ofise. Cuma günkü motivasyon yemeğinde sarhoş ve sarmaş dolaş olan insanların pazartesi resmiyeti enteresan. Hangi hal samimi? Rakı sofrası mı, ofis masası mı? Bence sevmediklerini, alkolle yıkanan vicdanları yüzünden sevdiklerini sanıyorlar. Aman neyse.
Okumalar, ozalitler, onaylar... Peh, başlayalım bakalım.
16 Aralık 2010 Perşembe
Hoş geldin
Hoş geldin!
Kesilmiş bir kol gibi
omuz başımızdaydı boşluğun...
Hoş geldin!
Ayrılık uzun sürdü.
Özledik.
Gözledik...
Hoş geldin!
Biz
bıraktığın gibiyiz.
Ustalaştık biraz daha
taşı kırmakta,
dostu düşmandan ayırmakta...
Hoş geldin.
Yerin hazır.
Hoş geldin.
Dinleyip diyecek çok.
Fakat uzun söze vaktimiz yok.
Yürüyelim...
14 Aralık 2010 Salı
Yumurta, bebek ve sirke
Şöyle bir durup günlerdir olanları düşününce, insanın içini bir karanlık kaplıyor. Protesto eden, yumurta atan öğrencilerin karşılaştığı aşırı şiddet, polisin orantısız şiddeti iyice palazlandırması, hamile olduğunu söylediği halde polis tekmesinden kurtulamayıp doğmamış bebeğini kaybeden o kız...
Ne düşünüyordu acaba o polis hınçla tekmeyi savururken kızın karnına doğru? "Bir taşla iki kuş" mu? "Yılanın başını şimdiden ezmeli" mi? Nasıl bir hiddet duymuş olabilir silahsız, üstelik de bebek bekleyen birine bunca şiddet uygularken? Şimdi o polis cezasız mı kalacak doğmamış bir canlıyı öldürdüğü halde? Ama iş başka taraflara çekiştirildi yine. "O yaşta kız neden hamile?" "Hamileyse gösteride işi ne?" İyi de bundan size ne? Bu, karşılaştığı şiddeti haklı mı çıkarıyor, hafifletiyor mu?
Yumurta atmak savunulmamalı, aptalca evet; ama ya şiddet? O yüceltilmeli mi? Hoşgörülmeli mi peki? Ya da gençler sesini nasıl duyurmalı? Dinleniyorlar mı? Sözlerine kıymet veriliyor mu? Eğer dinleniyorlarsa neden seslerini yükseltme ihtiyacı duyuyorlar? Gençlik isyandır. Kimsenin güdümünde olmak zorunda da değildir. Ne iktidarın, ne muhalefetin... Bu hala bilinmiyorsa, sesini yükselten bu şekilde sindirilmeye çalışılıyorsa; bu zihniyet hepsinden fena.
Avrupa'da öğrenciler birçok gösteride yumurta atıp hatta daha da sert protestolar yapıp ceza almazken, "Demokratik haklarını kullandılar" diye karşılanırken; bunca hoşgörüsüzlük ve "Ama onlar da kaşınmış", "Ne işin vardı gösteride?" tarzı sığ yorumlar kafaları bulandırıp bir şeyleri farklı yöne çekmeye çalışıyor. Solcu geçinen bağnazlar da bir bir ortaya çıkıyor aslında. Sapla saman yine itinayla birbirine karıştırılmaya çalışılıyor. Manisa'daki çocukların nasıl ziyan olduklarını düşünüyor insan sonra. İşkence gören, hayalleri, umutları ellerinden hoyratça çekip alınan o çocuklar... Büyümeye korktular. Kimi yurtdışına kaçtı, kimi yıllarca psikolojik tedavi gördü... Hayatları tuzla buz oldu.
Özgür Mumcu ve Yıldırım Türker yazmış, okumak lazım.
Madem ülkeni seviyorsun...
Yumurta!
Tüm bunlar yetmezmiş gibi peşinden Vedat Milor'un programına RTÜK'ten ceza gelmesi, neymiş şarap reklamı yapılıyormuş. Üzüm yemek varken... Di mi ya? Üzüm çeşitlerinden bahsetmek bile kafi. Sirke? Peki o serbest mi? Nerede yaşıyoruz biz? Ya da nerede yaşatılmaya çalışıyoruz?
Onun ardından ruhsatlı silah taşıma yaşının 18'e indirilmeye çalışılması. Peşpeşe gelen bir delilik bombardımanı sanki, insanın inanası gelmiyor gördüklerine/okuduklarına. "Ben nerede yaşıyorum?" diye düşünüyor kara kara.
İnsanlar düğünlerde, maçlarda havaya açılan rastgele ateşten vurulup ölmüyor mu? Bir sürü insan böyle pisi pisine ölmedi mi? Trafikte millet cinnet getirip "Vay nasıl beni geçersin?" diye birbirine silah sıkmıyor mu? Umut Vakfı neden kuruldu? Ama doğru, biz "Silahın sesini seviyorum, beni rahatlatıyor." diyen bir emniyet müdürü gördük bu ülkede. Kendisi sonra vali oldu. Ki ondan önce de şahane beyanatları olmuştu, hatırlarsınız...
Silah taşımayı zorlaştırmak varken bu ne şimdi? Beş silah ruhsatı alınabilecek, isteyen ikisini de üstünde taşıyabilecek. Vay be, kovboy misali çift tabanca gezilebilecek yani! Biri boşalırsa, öbürü kullanılır; biri tutukluk yaparsa öbürü çalışır!
Yumurta kırılıyor, sirke pis kokuyor... Evet.
Ne düşünüyordu acaba o polis hınçla tekmeyi savururken kızın karnına doğru? "Bir taşla iki kuş" mu? "Yılanın başını şimdiden ezmeli" mi? Nasıl bir hiddet duymuş olabilir silahsız, üstelik de bebek bekleyen birine bunca şiddet uygularken? Şimdi o polis cezasız mı kalacak doğmamış bir canlıyı öldürdüğü halde? Ama iş başka taraflara çekiştirildi yine. "O yaşta kız neden hamile?" "Hamileyse gösteride işi ne?" İyi de bundan size ne? Bu, karşılaştığı şiddeti haklı mı çıkarıyor, hafifletiyor mu?
Yumurta atmak savunulmamalı, aptalca evet; ama ya şiddet? O yüceltilmeli mi? Hoşgörülmeli mi peki? Ya da gençler sesini nasıl duyurmalı? Dinleniyorlar mı? Sözlerine kıymet veriliyor mu? Eğer dinleniyorlarsa neden seslerini yükseltme ihtiyacı duyuyorlar? Gençlik isyandır. Kimsenin güdümünde olmak zorunda da değildir. Ne iktidarın, ne muhalefetin... Bu hala bilinmiyorsa, sesini yükselten bu şekilde sindirilmeye çalışılıyorsa; bu zihniyet hepsinden fena.
Avrupa'da öğrenciler birçok gösteride yumurta atıp hatta daha da sert protestolar yapıp ceza almazken, "Demokratik haklarını kullandılar" diye karşılanırken; bunca hoşgörüsüzlük ve "Ama onlar da kaşınmış", "Ne işin vardı gösteride?" tarzı sığ yorumlar kafaları bulandırıp bir şeyleri farklı yöne çekmeye çalışıyor. Solcu geçinen bağnazlar da bir bir ortaya çıkıyor aslında. Sapla saman yine itinayla birbirine karıştırılmaya çalışılıyor. Manisa'daki çocukların nasıl ziyan olduklarını düşünüyor insan sonra. İşkence gören, hayalleri, umutları ellerinden hoyratça çekip alınan o çocuklar... Büyümeye korktular. Kimi yurtdışına kaçtı, kimi yıllarca psikolojik tedavi gördü... Hayatları tuzla buz oldu.
Özgür Mumcu ve Yıldırım Türker yazmış, okumak lazım.
Madem ülkeni seviyorsun...
Yumurta!
Tüm bunlar yetmezmiş gibi peşinden Vedat Milor'un programına RTÜK'ten ceza gelmesi, neymiş şarap reklamı yapılıyormuş. Üzüm yemek varken... Di mi ya? Üzüm çeşitlerinden bahsetmek bile kafi. Sirke? Peki o serbest mi? Nerede yaşıyoruz biz? Ya da nerede yaşatılmaya çalışıyoruz?
Onun ardından ruhsatlı silah taşıma yaşının 18'e indirilmeye çalışılması. Peşpeşe gelen bir delilik bombardımanı sanki, insanın inanası gelmiyor gördüklerine/okuduklarına. "Ben nerede yaşıyorum?" diye düşünüyor kara kara.
İnsanlar düğünlerde, maçlarda havaya açılan rastgele ateşten vurulup ölmüyor mu? Bir sürü insan böyle pisi pisine ölmedi mi? Trafikte millet cinnet getirip "Vay nasıl beni geçersin?" diye birbirine silah sıkmıyor mu? Umut Vakfı neden kuruldu? Ama doğru, biz "Silahın sesini seviyorum, beni rahatlatıyor." diyen bir emniyet müdürü gördük bu ülkede. Kendisi sonra vali oldu. Ki ondan önce de şahane beyanatları olmuştu, hatırlarsınız...
Silah taşımayı zorlaştırmak varken bu ne şimdi? Beş silah ruhsatı alınabilecek, isteyen ikisini de üstünde taşıyabilecek. Vay be, kovboy misali çift tabanca gezilebilecek yani! Biri boşalırsa, öbürü kullanılır; biri tutukluk yaparsa öbürü çalışır!
Yumurta kırılıyor, sirke pis kokuyor... Evet.
13 Aralık 2010 Pazartesi
My best friend's wedding
Hafta sonu Ankara'daydık. En yakın ve en eski arkadaşım evlendi. 20 yıllık dostum, gençliğimin büyük bir parçası, amiyane tabirle hayatını sevdiği/onu seven adamla birleştirdi. Vay be, eskiden hiç böyle şeylerin, bu günlerin hayalini kurmamıştık, asi gençliğiz ya! Tuhaftır, sanki bir romantik komedi filmindeydik. Tanışmaları bile komik çünkü. Nikah günü ise bir eğlence, bir şamata. Çok tatlıydı ikisi de.
Karlar içindeydi Ankara ve o da karlar prensesi gibiydi. Ha ha, klişe gibi gelse de, gerçekten gördüğüm en güzel gelindi. Sade, abartısız. Her şey tam tarzına uygundu: Dantelle kaplı mini ve çok sade bir elbise, minicik çiçekli bir taçla süslü romantik topuzlu saçı, nefis makyajı ve ayağında çizmeleri! Gelinlik niyetine aldığı Audrey Hepburn tarzı elbiseden nikah şekerine kadar her şey çok zarifti.
Kuaförü, makyajı (Mac kısmı ayrı bir hikaye), giyinmesi, evden çıkışı, nikah dairesine gelişi... ilk anından sonuna kadar her adımında yanında olmak istedim. Oldum da. Bunu kaçıramazdım. Karmış kıyametmiş, soğukmuş, yollarda kalırmışız, donarmışız, bana ne! Sonra elimde fotoğraf makinesi, nikah masasına gelmelerini bekledim. Geldiler. Bir yandan fotoğraf çekiyorum, bir yandan boğazımda düğümlenen şey, gözlerime hücum ediyor. Çok acayipti... Nikahtan eve geliş, evde başlayan eğlencenin sirtaki çalan mekanda sürüşü ve sonra yorgun bir halde birlikte uyuyuşumuz... İşte bütün hengame bittikten sonraki o rahatlama anı...
Umarım çok mutlu olurlar; her anları birbirlerini severek, eğlenerek, gülerek, gezerek, hepsinden önemlisi her şeyi paylaşarak geçer. Hediyesinin içine koyduğum Yiğit Özgür karikatüründe yazdığı gibi, sohbet etmeyi sevdiğin biriyle evlen(di).
Karlar içindeydi Ankara ve o da karlar prensesi gibiydi. Ha ha, klişe gibi gelse de, gerçekten gördüğüm en güzel gelindi. Sade, abartısız. Her şey tam tarzına uygundu: Dantelle kaplı mini ve çok sade bir elbise, minicik çiçekli bir taçla süslü romantik topuzlu saçı, nefis makyajı ve ayağında çizmeleri! Gelinlik niyetine aldığı Audrey Hepburn tarzı elbiseden nikah şekerine kadar her şey çok zarifti.
Kuaförü, makyajı (Mac kısmı ayrı bir hikaye), giyinmesi, evden çıkışı, nikah dairesine gelişi... ilk anından sonuna kadar her adımında yanında olmak istedim. Oldum da. Bunu kaçıramazdım. Karmış kıyametmiş, soğukmuş, yollarda kalırmışız, donarmışız, bana ne! Sonra elimde fotoğraf makinesi, nikah masasına gelmelerini bekledim. Geldiler. Bir yandan fotoğraf çekiyorum, bir yandan boğazımda düğümlenen şey, gözlerime hücum ediyor. Çok acayipti... Nikahtan eve geliş, evde başlayan eğlencenin sirtaki çalan mekanda sürüşü ve sonra yorgun bir halde birlikte uyuyuşumuz... İşte bütün hengame bittikten sonraki o rahatlama anı...
Umarım çok mutlu olurlar; her anları birbirlerini severek, eğlenerek, gülerek, gezerek, hepsinden önemlisi her şeyi paylaşarak geçer. Hediyesinin içine koyduğum Yiğit Özgür karikatüründe yazdığı gibi, sohbet etmeyi sevdiğin biriyle evlen(di).
8 Aralık 2010 Çarşamba
7 Aralık 2010 Salı
İmparatorun bildiği
Roma imparatoru ve filozof Marcus Aurelius "Kendime Düşünceler"de şöyle der:
"Sabahleyin uyandığımda kendi kendime şöyle söylemeliyim: Bugün de meraklı, hayırsız, kaba, kıskanç ve bencil insanlarla karşılaşacağım."
Ezcümle, bazı şeyler evrensel ve yüzyıllardır hiç değişmiyor. İmparator da olsan, maaşlı çalışan da olsan...
"Sabahleyin uyandığımda kendi kendime şöyle söylemeliyim: Bugün de meraklı, hayırsız, kaba, kıskanç ve bencil insanlarla karşılaşacağım."
Ezcümle, bazı şeyler evrensel ve yüzyıllardır hiç değişmiyor. İmparator da olsan, maaşlı çalışan da olsan...
6 Aralık 2010 Pazartesi
Pazartesi ama ne gam
Mutluyum, mutlusun, mutlu :) Ve evet, annem haklı. Yine. Bir sürü sebebim var mutlu olmak için. Nankörlük etmemeli... Ne demişti, hah bardağın dolu kısmı.
"Bir insanı sevmekle başlar her şey" demişti ya şair, akabinde ekliyorum: "Ve mutlu etmekle devam eder..."
(Gereksiz ayrıntı: Geçenlerde kol saatimin fırlayan yayı, laptopta tuşların altına girdi. Önce l'deydi, l zor basıyordu; şimdi i'de. Efor gerekiyor.)
Hafta sonu güzeldi. Ikea, Mediamarkt, ölenin yerine nihayet alınan yeni cep telefonu; Due Date, sürpriz 40'lama, rakı ve fava... Ama yine düşündüm de, hafta sonları İstanbul'da dışarı çıkmak, trafikte olmak sağlam sinir, derya sabır gerektiriyor. Alışveriş merkezleri, içine şeker düşmüş karınca yuvası misali kalabalık. Yılbaşı çılgınlığı her yeri sarmış. Bu şehirde yaşamak zorlaşırken, ota sapa övünen afişler, billboardlar vs hakkaten komik.
Not: Bu film, eğlenceli. "Hangover" kadar ya da değil, hoş işte.
3 Aralık 2010 Cuma
Ergenistan
Blogu annem de okuyormuş, "Birazcık mutlu ol, öyle şeyler yazma, bardağın dolu kısmını gör" dedi. E peki. Kendimi isyankar ve de bunalım ergen gibi hissettim, iyi mi? Bi daha da günlüğü ortalarda bırakmayayım, hmm...
Üzülme canım benim, üzülme sen, kıyamam. Herkesin böyle dönemleri olur. Bunu da oraya-buraya kusarak rahatlamaya çalışır. Misal ben selülozdan ziyade buraya kusar oldum, teknolojik bir ergenim demek ki. Ergenken günlük, bu devirde blog. Durum bundan ibaret yani. Polyanna olamam, kendisi bana küçükken de salak gelirdi zaten. Bardak da her zaman dolu gibi görünmüyor hem. Arada sallanıp dökülünce, yarısı boşalıyor haliyle. Bazen dökülmüyor bile, buharlaşıyor sanki içindeki. Anlamıyorsun.
Belki havalardan, belki beynimdeki bir kimsayalın azalmasından oluyordur bunlar. Belki sadece gazım vardır. Belki reglatör haftadan aya yayılmıştır. Belki her şeyim vardır da, sopa istiyorumdur. Belki, belki, ne bileyim... Sebebi çok basit olabilir yani, endişeye mahal yok. Hayata küsmüş, derbeder olmuş değilim çok şükür.
Ayrıca 30 yaş depresyonu bilmem ne de yalan; tek gerçek depresyon "Hayat geçiyor ve ben bir halt edemiyorum ulen!" depresyonudur. Sen kanepede yayarken yanından geçiyor gibi sanki, bir bakıyorsun; aa hayat, e iyiydik nereye? İş, trafik bile hayattan bezdirici olabiliyor yeri gelince. Burası büyük şeer.
Üzülme canım benim, üzülme sen, kıyamam. Herkesin böyle dönemleri olur. Bunu da oraya-buraya kusarak rahatlamaya çalışır. Misal ben selülozdan ziyade buraya kusar oldum, teknolojik bir ergenim demek ki. Ergenken günlük, bu devirde blog. Durum bundan ibaret yani. Polyanna olamam, kendisi bana küçükken de salak gelirdi zaten. Bardak da her zaman dolu gibi görünmüyor hem. Arada sallanıp dökülünce, yarısı boşalıyor haliyle. Bazen dökülmüyor bile, buharlaşıyor sanki içindeki. Anlamıyorsun.
Belki havalardan, belki beynimdeki bir kimsayalın azalmasından oluyordur bunlar. Belki sadece gazım vardır. Belki reglatör haftadan aya yayılmıştır. Belki her şeyim vardır da, sopa istiyorumdur. Belki, belki, ne bileyim... Sebebi çok basit olabilir yani, endişeye mahal yok. Hayata küsmüş, derbeder olmuş değilim çok şükür.
Ayrıca 30 yaş depresyonu bilmem ne de yalan; tek gerçek depresyon "Hayat geçiyor ve ben bir halt edemiyorum ulen!" depresyonudur. Sen kanepede yayarken yanından geçiyor gibi sanki, bir bakıyorsun; aa hayat, e iyiydik nereye? İş, trafik bile hayattan bezdirici olabiliyor yeri gelince. Burası büyük şeer.
2 Aralık 2010 Perşembe
Big brother is watching you!
Ofise kamera takılacakmış, tam belgesel olacağız yani. BBG ofisi...
Önerim, bir tişörtün önüne bunu
Önerim, bir tişörtün önüne bunu
arkasına şunu
bastırıp dolaşmak. Nasıl fikir Hamdi abi?
1 Aralık 2010 Çarşamba
Zoolojik hissiyat
Kendimi alttaki geyik gibi hissetmek istiyorum mütemadiyen; atik, tetik, çevik, hızlı, enerjik...
Lakin nedense bu ara şu panda gibi hissediyorum; yorgun, hımbıl, uykulu, tembel, bezgin...
Hayaaat! Beni nedeen yoruyosuuun? (Serdar Ortaç dinleyen panda tabii bezer.)
30 Kasım 2010 Salı
Due Date
Bu lodos başımı matkapla oysa da, seviyorum kendisini. Lodos balığı, alığı umrumda değil. Sevmiyorum kapalı kasvetli hava. O kadder!
İşe deri ceketle gittiğimde, bıkmadan usanmadan "Motorun nerde, ehe" esprisi yapanları Chopper'ım ya da Vespa'm olmadığından, pizzacıdan gaspedeceğim mobiletle ezeyim diyorum. Böyle motorum olsa, tekerini kana bulamaya kıyamazdım helbet.
Bu arada, geçen günkü fırtınada dedemin mezarı çökmüş, neyse adamlar düzeltmiş filan, bakmaya gittik. Bütün sülalem nerdeyse aynı mezarlıkta. Büyük büyük dedelerin isimlerini de torunlara, onların çocuklarına filan verdiklerinden, hayattaki büyük kuzenlerle dayımın adlarını mezartaşlarında görmek tuhaf geldi. Bir günlükken göçmüş bebek mezarı vardı, beşik kadar. Gömülmek ürküttü bir an. Biliyorum, saçma. Diyorum ki, organları aldıktan sonra yakıp çok sevdiğim bir kurabiye ya da çikolata kutusuna koysalar, Büyükada açıklarından denize serpseler? Bkz. "The Big Lebowski".
Salon'da neler oluyor? Gidelim görelim... Bu arada bu filmi sinemada izleyesim var. Robert Downey Jr'ı zati severim ezelden, Zach Galifianakis ise "Hangover"dan adamım.
İşe deri ceketle gittiğimde, bıkmadan usanmadan "Motorun nerde, ehe" esprisi yapanları Chopper'ım ya da Vespa'm olmadığından, pizzacıdan gaspedeceğim mobiletle ezeyim diyorum. Böyle motorum olsa, tekerini kana bulamaya kıyamazdım helbet.
Bu arada, geçen günkü fırtınada dedemin mezarı çökmüş, neyse adamlar düzeltmiş filan, bakmaya gittik. Bütün sülalem nerdeyse aynı mezarlıkta. Büyük büyük dedelerin isimlerini de torunlara, onların çocuklarına filan verdiklerinden, hayattaki büyük kuzenlerle dayımın adlarını mezartaşlarında görmek tuhaf geldi. Bir günlükken göçmüş bebek mezarı vardı, beşik kadar. Gömülmek ürküttü bir an. Biliyorum, saçma. Diyorum ki, organları aldıktan sonra yakıp çok sevdiğim bir kurabiye ya da çikolata kutusuna koysalar, Büyükada açıklarından denize serpseler? Bkz. "The Big Lebowski".
Sevdiğim bazı filmleri izledikten sonra çekildikleri yerlere gitmek istiyorum delice. Misal "The Fall"dan sonra küçük bir dünya turu, "Braveheart"tan sonra İskoçya, "Shadows in the Sun"dan sonra Toskana, "The Talented Mr. Ripley"den sonra Güney İtalya, "Eight Below"dan sonra Antarktika, "Casino Royale"den sonra Prag ve Venedik, "Good Fellas"tan sonra New York, "The Godfather"dan sonra Sicilya vs vs... Uu, böyle gider bu.
Salon'da neler oluyor? Gidelim görelim... Bu arada bu filmi sinemada izleyesim var. Robert Downey Jr'ı zati severim ezelden, Zach Galifianakis ise "Hangover"dan adamım.
Kahve içsem? Üşendim. Eh.
29 Kasım 2010 Pazartesi
Doluca hafta sonu
Haftasonum, İzmir'den beni ziyarete gelen misafirlerimle yani ailemle daha bol vakit geçirerek geçti. Pek de güzeldi. Özlemişim. Cumartesi, Hababam Sınıfı'nın çekildiği, 50 küsur yıl önce de küçük bir çocuk olan babamın hastanesinde yattığı Adile Sultan Öğretmen Evi'ne gittik. Burayı çok severim. Bazılarının çıkasıca gözlerini diktiği geniş bir arazi üzerine kurulu. İçinde lokantası, kafesi, hastanesi, huzurevi var.
Daha önce sülale yemeklerini orada yapmışlığımız, içini epeyce gezmişliğim vardı. Bu kez 24 Kasım'da restore edilmiş halini görmek, hem de babamın anılarının peşinden gitmek için düşürdük yolumuzu. Yemeğimizi yedik, sonra benim daha önce görmediğim koca bir orman olan bahçesine çıktık. Yürü yürü bitmiyor, bir sürü ağaç, nefis bir manzara... Sanki İstanbul içinde bir cennet.
Bina zaten çok güzel. Ama yürüyüş parkuru olarak da ilgi gören ve eskiden izcilerin kamp yaptığı bu koskoca, sessiz ormana bayıldım. Kesin Hababam Sınıfı'nın izci kamplı bölümlerini burada çekmişlerdir. İçinde İzci Müzesi var, eski avcı köşkü. Ordan çıktık, yine babamın çocukken mezarlıktan kemikleri çalıp okul duvarına dizdiği, mezarlara girip mevtaların dişleriyle bilye gibi oynadığı ilkokuluna bir baktık. Değişik bir cami gördüm, Şakirin Camii. Dantelle kaplı gibi . Şakir ailesi yaptırmış, Zeynep Fadıllıoğlu tasarlamış. İlginç.
Ordan çıkıp bana gittik. Hayat Bilgisi kitaplarındaki aile fotoğrafları gibiydi. Ortalıkta oyuncaklarıyla oynayan kediler, sohbet eden anne-baba, misafirliğe gelen dayı-yenge ve ocakta pişen kestaneler... Bir sobamız eksikti. Kaç gündür anneannemde yemek, dayımlarda yemek, kuzenlerde 5 çayı... Az biraz diyet edeyim. Tıkınıp durdum.
Pazar ise Salacak'ta öğleden sonraya dek uzayan sülale kahvaltısı vardı. 50 kişi... Garsonlar birbirine "Hangi aşiret acep?" diye soruyordu. Ne aşireti ayol? Sohbet-muhabbet, hatır sorma-gönül alma, kaç kuşaktan kaç kişi gördük birbirimizi, hasbıhal ettik. Ben yine Cevat Kelle gibi bir masadan öbürüne... Herkesten haber aldık. Çocukken bebek arabasıyla gezdirdiğim velet bebek bekliyormuş; bir tuhaf oldum, duygulandım. Yaşlılık belirtileri...
E hava nefis. Ordan çıkıp Kız Kulesi'ne gitmek üzere örgütledim kalanları. Dibine kadar gelmişiz nasılsa. Bunca yıldır İstabul'da olup da gitmemekten utandığım Kız Kulesi'ne çıktım sonunda. Sevdim, güzeldi. Manzara zaten enfes. Yine gidesim geldi. Fotoğraflar? Az sonra...
Bu haftasonu beni üzen 3 şey oldu. Arkadaşımın babasının ani vefat haberi (daha 61 yaşındaymış Kenan Amca ve öyle ciddi rahatsızlığı da yokmuş, nur içinde yatsın, çok büyük acı), sadece TV'den tanısam da genç gidişine "Çok yazık" dediğim Onur Bayraktar'ın ölümü (rahat uyusun) ve çok sevdiğim Haydarpaşa Garı'ndaki yangın... Yazık.
Ve sonra geldik işte tükkana. Eh...
Daha önce sülale yemeklerini orada yapmışlığımız, içini epeyce gezmişliğim vardı. Bu kez 24 Kasım'da restore edilmiş halini görmek, hem de babamın anılarının peşinden gitmek için düşürdük yolumuzu. Yemeğimizi yedik, sonra benim daha önce görmediğim koca bir orman olan bahçesine çıktık. Yürü yürü bitmiyor, bir sürü ağaç, nefis bir manzara... Sanki İstanbul içinde bir cennet.
Bina zaten çok güzel. Ama yürüyüş parkuru olarak da ilgi gören ve eskiden izcilerin kamp yaptığı bu koskoca, sessiz ormana bayıldım. Kesin Hababam Sınıfı'nın izci kamplı bölümlerini burada çekmişlerdir. İçinde İzci Müzesi var, eski avcı köşkü. Ordan çıktık, yine babamın çocukken mezarlıktan kemikleri çalıp okul duvarına dizdiği, mezarlara girip mevtaların dişleriyle bilye gibi oynadığı ilkokuluna bir baktık. Değişik bir cami gördüm, Şakirin Camii. Dantelle kaplı gibi . Şakir ailesi yaptırmış, Zeynep Fadıllıoğlu tasarlamış. İlginç.
Ordan çıkıp bana gittik. Hayat Bilgisi kitaplarındaki aile fotoğrafları gibiydi. Ortalıkta oyuncaklarıyla oynayan kediler, sohbet eden anne-baba, misafirliğe gelen dayı-yenge ve ocakta pişen kestaneler... Bir sobamız eksikti. Kaç gündür anneannemde yemek, dayımlarda yemek, kuzenlerde 5 çayı... Az biraz diyet edeyim. Tıkınıp durdum.
Pazar ise Salacak'ta öğleden sonraya dek uzayan sülale kahvaltısı vardı. 50 kişi... Garsonlar birbirine "Hangi aşiret acep?" diye soruyordu. Ne aşireti ayol? Sohbet-muhabbet, hatır sorma-gönül alma, kaç kuşaktan kaç kişi gördük birbirimizi, hasbıhal ettik. Ben yine Cevat Kelle gibi bir masadan öbürüne... Herkesten haber aldık. Çocukken bebek arabasıyla gezdirdiğim velet bebek bekliyormuş; bir tuhaf oldum, duygulandım. Yaşlılık belirtileri...
E hava nefis. Ordan çıkıp Kız Kulesi'ne gitmek üzere örgütledim kalanları. Dibine kadar gelmişiz nasılsa. Bunca yıldır İstabul'da olup da gitmemekten utandığım Kız Kulesi'ne çıktım sonunda. Sevdim, güzeldi. Manzara zaten enfes. Yine gidesim geldi. Fotoğraflar? Az sonra...
Bu haftasonu beni üzen 3 şey oldu. Arkadaşımın babasının ani vefat haberi (daha 61 yaşındaymış Kenan Amca ve öyle ciddi rahatsızlığı da yokmuş, nur içinde yatsın, çok büyük acı), sadece TV'den tanısam da genç gidişine "Çok yazık" dediğim Onur Bayraktar'ın ölümü (rahat uyusun) ve çok sevdiğim Haydarpaşa Garı'ndaki yangın... Yazık.
Ve sonra geldik işte tükkana. Eh...
Haydarpaşa Gafı
Haydarpaşa Garı'nın çatısı yandı. Kaçak onarım işgüzarlığı ve ihmallerin başlattığı, aymazlık aleviyle büyüyen "şüpheli" yangın, bakmaya doyamadığım bir güzelliği daha yuttu. Cayır cayır hem de.
İlk bakışta İstanbul demek, Haydarpaşa Garı demekti. Şehre gelenleri karşılayan yüzdü. "Seni yeneceğim İstanbul!" nidalarına, "Oy, ne büyük şeermiş bu!" şaşırmalarına maruz kaldı duvarları. İzlerken televizyonda, gözlerim doldu. Yazıktır...
Bu nasıl geri döndürülemez bir ziyandır, nasıl bir acımasızlıktır. Canım yandı be! Yazıklar olsun!
İlk bakışta İstanbul demek, Haydarpaşa Garı demekti. Şehre gelenleri karşılayan yüzdü. "Seni yeneceğim İstanbul!" nidalarına, "Oy, ne büyük şeermiş bu!" şaşırmalarına maruz kaldı duvarları. İzlerken televizyonda, gözlerim doldu. Yazıktır...
Bu nasıl geri döndürülemez bir ziyandır, nasıl bir acımasızlıktır. Canım yandı be! Yazıklar olsun!
27 Kasım 2010 Cumartesi
Asil velet
Obi ile Yoda, Bombay meleziymiş. "Amaan, kara kedi işte" cevabından tatmin olmayan ve "Cinsleri ne, asıl cinsleri ne sor veterinere!" deyip duran dedeleri, bu asilzadelik karşısında pek memnun oldu. Bir mavi kan merakıdır gidiyor yareppim.
Obi simsiyah ve pek uslu. Yoda'nın ise karnında melezlik işareti olan beyaz leke var. Demek garibim Yoda soyunun karışıklığına, safkan olmayışına isyandan lavaboya işiyor, tülleri yırtıyormuş. Şimdi anladım çocuğu...
Obi simsiyah ve pek uslu. Yoda'nın ise karnında melezlik işareti olan beyaz leke var. Demek garibim Yoda soyunun karışıklığına, safkan olmayışına isyandan lavaboya işiyor, tülleri yırtıyormuş. Şimdi anladım çocuğu...
26 Kasım 2010 Cuma
Mıymırella
Uyuyamamak, uyanamamak... İşte bütün mesele bu! İşe gidesim yok. İş yapasım hiç yok. Uyuyasım, uyuyasım, uyuyasım var... Nutella enerji vermek yerine, olanı da mı emiyor ne! Bilemedim...
Politik değilmişim. Bunun için masa altından suçlanıyor olmak enteresan bir durum. Siyasetle ilgilenmek değil elbette kastedilen. Ofis Türkçesi'nde bu, yanar dönerliğe tekabül ediyor. Daha önce de müşteri yalakası olmadığım söylenmişti bir dellenme anında. Ona da "esneklik" kılıfı takılmıştı, Nadia Komanachi misali. E değilim. Olamam, olmam da. İşinize gelirse canlarım... Helanın önünü kapamayayım ben, takılın siz politik politik.
Oy, sabah kalktım, akabinde kedilerle mayıştığım kanepeden zor söktüm bünyeyi. Enerji? Ben onu yedim, üstüne de su içtim. Gaz yaptı.
Yazasım var ama yok gibi... Neyse, bugün cuma enseyi kapa.
23 Kasım 2010 Salı
Yaş almak
İnsanlar yaşlanınca neye benzeyeceklerini merak eder, bense o zaman geldiğinde yanımda kimler olacağını... Şimdiden, bugünden kimler kalacak acaba sütlaca döndüğümde de yanımda? Eskiden bu soru için sayacağım liste hayli başkaydı ama, onun farkındayım... İnsanlar dönüşür, değişir, eskir, eksilir. Beşer şaşar...
Deep Purple'dan gelsin bir ara tam da buraya: Perfect strangers...
Deep Purple'dan gelsin bir ara tam da buraya: Perfect strangers...
Mok-verimlilik korelasyonu
- Ofisteki mok kokusu verimliliği artırıyormuş Hayri Abi?
* He ya, ben de duydum. Ne ka mok, o ka başarı... Öyle.
* He ya, ben de duydum. Ne ka mok, o ka başarı... Öyle.
19 Kasım 2010 Cuma
18 Kasım 2010 Perşembe
17 Kasım 2010 Çarşamba
İzmirella
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)