1 Ağustos 2011 Pazartesi

Çocuktum ufacıktım

Bir arkadaşımla çocukluktan konuşurken, çocukken neler yapmayı sevdiğimi düşündüm.

Annemin bir kuzeni vardı mesela, benden küçük. Anneannemin evinde onunla isim şehir hayvan'ın sadece isim versiyonunu oynardık. Alfabeyi içimizden sayıp öbürünün dur dediği harfle bir sürü kız erkek ismi yazardık. Defterler dolusu. Ben bir süre sonra sıkılıp uydurmaya başlardım. Bu kuzen küçükken sevimliydi,  büyüdükçe sevimsizleşti; sonra da sevimsiz bir herifle evlendi zaten. Neyse, bu isimlerle dolu defterler n'oldu bilmiyorum, anneannem sobada yaktı büyük ihtimalle.

Bir de ince borulardan yapılmış son teknoloji tüf tüf tüfeklerimiz vardı. Sağlam ciğer isteyen bir teknoloji. Bir ara ben evde uhu yapmaya merak salmıştım, onu hatırlıyorum. Ağaçlara tırmanıp tırmanıp reçine topluyor, onu kendimce bir takım kimsayal işlemlere sokuyor, ancak beni zengin edip de çikolatalara boğacak randımanı bir türlü alamıyordum. Pes etti girişimci ruhum.



Akabinde çamurdan kaplumbağa yapma işine girdim. Gerçek kaplumbağa izleyip örnek alayım derken bataklığa düşüp annemden "Hayatımın güveleri" nidalarıyla papara yiyince, sanatçı ruhum da yara aldı.

Abimle zeytinyağına bulanıp kıspetimsi bir şeylerle yağlı güreş müsabakası düzenlememiz ise, annemin günden erken dönerek ikimize birden kaynamasıyla son buldu. Allahtan yağ, kaçma kısmında işe yaradı. Zira ben tabure üstüne çıkıp lavaboda temizlenmeye fırsat bulamadığımı hatırlıyorum. Profesyonel spor hayatım, sonraki yıllarda kayak ve basketbol ile devam etti.

İlkokul 1'de ise oturduğumuz lojmanın terasında gazete çıkarıyorduk. Yayın yönetmeni bendim. Elle yazıp teksir makinesiyle çoğaltıyorduk. Mis ispirto kokusu. Mahalleden, okuldan, lojmandan haberler, dedikodular filan. Ne bileyim işte, köpeğini kendi tarağıyla tarayan amca, yaşını saklayan ve her tarafına kelebekler takan teyze vs. Gazete şablonunu bile elle çiziyorduk. O günlerde gazeteci olacağım belliymiş, lakin bir kopya bile saklamadığıma pişmanım. Hey gidi... Sonra tayinimiz çıktı, gazetenin akıbeti n'oldu bilmiyorum.

Bir de rastladığım her yavru kediyi annemden gizli besleme çabalarım, uzun yıllar devam etti. Okul çantamın içinde yaşadı tekir bi  yavru epeyce.  Hayvana yemekteki payımdan köfte yedirip yedirip su vermeyi akıl edemiyordum. Neyse ki suç ortağım babam akıl etti de, hayvan kurumaktan kurtuldu. Boyu kadar yoğurt kabı dolusu su içti zavallı. Çantaa uyuyor, çantaya işiyordu. Oy oy...

Ha bir de öğle uykularından hiç hoşlanmazdım. Yuvada bile kalkıp oyun oynamak ister, herkesi uslu uslu uyur görünce baya baya bozulurdu sıkılgan bünyem. Annemlerin dikiş kursundaki defilede avaz avaz ağlayıp podyuma çıktığımı, sonra da podyumda herkes bana bakınca ne halt edeceğimi şaşırıp geri kaçtığımı hatırlıyorum. Ne salakça bir hevesmiş, halbuki hiç haz ettiğim/özendiğim bir şey değildir mankenlik filan.

Onun dışında ilkokulda aşık olduğum Şükrü'yle boksörcülük oynarken çocuğun sallanan dişini yerinden çıkarmış da bir insanım. Hem de iki parmaklı puf eldivene atkı dolayıp... Hiç okulun şiir yarışmasında 1. olan, utangaç ve de okula yeni gelmiş kıza yakışıyor mu? Ayı yavrusunu severken öldürür misali, hoyrat davranmışım çocuğa. Zavallı Şükrü... Oysa o kadar da patates ve ip baskı yapmıştık birlikte.

Oy, durduk yere nostalji oldu ha. Düşüneyim bakayım, daha neler çıkacak çekmecelerden...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder