22 Ocak 2014 Çarşamba

İyileşin diye bekliyoruz biz

Günlerdir yüreğim hoplayarak sağlık haberlerini takip ettiğim iki isim var: Ara Güler ve Nejat İşler... İkisinin de bir an önce sağlığına kavuşması elbette dileğim. Ara Güler, buralarda fotoğraf denince akla gelen ilk isim. Leica'nın, adının yazılı olduğu bir Leica fotoğraf makinesi hediye ederek onurlandırdığı bir üstat. Devasa arşivi, Türkiye'nin siyah beyaz tarihçesi gibi.

Hep o tatlı ve huysuz tavrıyla "Fotograf sanat değildir yav!" deyip "fotograf sanatçısı" değil de "fotomuhabir" olduğunun altını çizmeye özen gösteriyor. Onun için hikaye sokaklarda. Herhangi bir röportajını okurken/izlerken gülümsemeden edemiyorum. Hatta onun gibi kıs kıs gülüyorum. Çok da doğru bir tespiti var: "Sanat olmasına lüzum yoktur fotografın. Fotograf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun"

Ünlü birisinin hasta olduğu haberi geldiğinde hemen "Ay öldü", "Amanın ölecek" diye çıkan baykuş dedikodularına şöyle bir cevap vermiş kendisi. Tam hınzır bir adama, ona göre bir hareket. Sesli güldüm yine.


Nejat İşler de sevdiğimiz bir insan. Ben üniversitedeyken Teşvikiye Camii'nin duvarına dizdiği kitapları satardı. Uzun kıvırcık saçlı, deri ceketli, güzel gülüşlü bir adam. Sonra süt reklamında oynadı, daha sonra da Şehnaz Tango dizisinde. Ve diziler, filmler peş peşe geldi.

Ortağı olduğu bir sahafı, bir de Tezgah diye bir barı var. Arkadaşları, hala Kemancı zamanındaki arkadaşları. Küçücük kızların o sahafa da Tezgah'a da onu görebilmek işin nasıl üşüştüğünü görmüştüm. Ama o bu ilgiden hiçbir zaman delice hoşlanmayan, kendine ait bir alanı olsun isteyen bir adam oldu hep. Kafasına göre yaşadı. Sıkıldığı yerde bıraktı. Ünlü olma halini ve kısıtlanma halini de sevmedi. Kendine bir korunma duvarı ördü, bir duruş edindi yıllar içinde. Değişmedi, poz kesmedi.

O yüzden "Abi deli gibi içiyormuş, belliydi böyle olacağı. İçe içe ciğeri bitirdi tabii" diyen de, "Eh, kendi etti kendi bitti, ölür bu" diye sinsice zevk alır gibi söylenenler de canımı sıkıyor. Bu ölüsevicilik midemi bulandırıyor. Dirensin ve ayağa kalksın. Yine kendi istediği gibi yaşasın, istediği şeylerde oynasın. Kafasına göre takılsın. Biz uzaktan uzağa onu sevmeye devam edelim, yapış yapış olanlar da bir düşsün yakasından. "Eyvallah" desin yine o, güzel güzel oynasın. Baykuşlara da, sevgi kelebeklerine de inat.


Geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Halet Çambel hakkında yazılmış güzel bir yazı okudum geçen gün. Atlas'tan tanıdığım bir arkadaşım yazmış. 98 yıllık dopdolu bir ömür Halet Çambel'inki. Unutulmayacak işler yapmış ama mütevazılığıyla şaşırtmış bir güzel insan.

"Arkeoloji öğrenimini, daha sonra eski diller üzerinde doktora da yapacağı Paris Sorbonne Üniversitesi’nde tamamlamış, ölü dillerin yanı sıra, yaşayan birçok lisanı da çok iyi bilen, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ama en saygın bilim kadınlarından. İçecek suyu bile at sırtında taşıdığı Toroslar'ı, Atatürk ve İnönü’nün yakınındaki seçkin aile yaşantısına, Karatepe’de kurduğu çadırı, İstanbul Boğazı’ndaki yalıya tercih eden bir insan..."

"Öğrencilere okul yerine sahada eğitim vermek, prehistorya eğitiminde bilimsel metodolojinin uygulanması, kazı verilerinin çevrede halen yaşayan kültürle birlikte değerlendirilmesi, doğa bilimlerinin arkeolojik araştırmaya dahil olması…
Türkiye arkeolojisinde bu uygulamaların hepsi onunla başlamıştı."

Yazının tümü şurada. Halet Çambel, çok şey kazandırdığı toprağın bağrında huzur içinde uyusun...


Bu arada, biraz önce Robinson'dan paketim geldi. "Dünya Ağrısı", "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz" ve "Bir Akıl Hastanesinin Hatıra Defteri" şu an masamda; çok mesudum.


2 yorum:

  1. Dünya Ağrısı'nı çok beğendim ben, bakalım sen nasıl bulacaksın?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben arkadaşıma torpil geçip, "Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçrieceğiz"den başladım :) Ama hemen peşinden onu okumayı düşünüyorum.

      Sil