Radikal Kitap'tan...
Dedikodu değil, bir dehanın yaşamöyküsü
'Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger', yazarın beyninin kıvrımlarında dolaşıyor. Kenneth Slawenski, Salinger'ın üstün körü bildiğimiz hayatını, medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek adımlıyor
"J. D. Salinger bir başyapıt yazdı: Çavdar Tarlasında Çocuklar. Ve okurlara bir kitabı beğenirlerse kitabın yazarını aramalarını tavsiye etti ve sonraki yirmi yılını telefonlarını açmadan geçirdi. “John Updike, 1974
Bir yazarın adını duyduğunuzda ilk olarak ne gelir aklınıza? Yazarın görünüşü mü? Kitapları, kitap kapakları mı? Yarattığı hikâyeler, karakterler mi yoksa? Yoksa yazarın hayatına ya da dünyaya bakışına dair bir şeyler mi? Söz konusu yazar Jerome David Salinger’sa, aklınıza Holden Caulfield’in, Seymour Glass’in, Franny’nin, Zooey’in, Esmé’nin; yani yarattığı olağanüstü gerçek karakterlerin geleceği kesin. Onları yazardan çok daha fazla tanıdığımızı itiraf etmemiz gerekir. Çünkü Salinger, karakterlerinin ve hikâyelerinin önüne geçebilecek hiçbir bilgi vermedi okura yaşamı boyunca. Okurla yazı üzerinden iletişim kurmak istedi hep, ötesi onun için fazlaydı, gereksizdi ve rahatsız ediciydi. Bu yüzden kaçabildiği kadar kaçacaktı kendi şöhretinden.
Ama hangi alanda ve nasıl olduğu önemli değildir, ünlüler dünyası için hep aynı kural işler: Ne kadar kaçarsan, o kadar kovalanırsın. Bir kez ünlendiysen, o sondan kaçış yoktur; gazeteciler ellerinde fotoğraf makineleriyle kovalayacaklardır seni. Şimdilerde tanıdık olduğumuz bu manzara, 1950’lerde de pek farklı değildi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ gibi bir başyapıt yaratan Salinger, ölümüne kadar hep kaçtı gazetelerden. O gizlendikçe, daha çok merak edildi hayatı, merak edildikçe gizlendi. Bu yüzden hep tetikte ve sıkkınmış aslında. Bu dünya, pek de rahat bırakmamış onu.
Yalnızca hikâye konuşsun
‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’, yazarın ilk kapsamlı yaşamöyküsü ve çok daha fazlası; edebi bir inceleme ve aynı zamanda bir anma. Bir retrospektif aslında. Ve en önemlisi de, yazarın yaşamı boyunca sakındığı şeyleri, magazinsel bir yaklaşımla öylece ortalığa saçmıyor; onun yaşamına dokunuyor dokunmasına ama özenle korumaya çalıştığı özel yaşantısını da ezip geçmiyor. Skandallarla, olaylarla, aşkları, ilişkileri, zaaflarıyla son dakika magazin haberi gibi anlatmıyor. Aksine, tam da Salinger okuruna hitap ediyor yaşamöyküsü, onun dehasını enine boyuna inceliyor, yarattığı karakterlerle, hikâyelerle bağlantılarını işaret ediyor. Perdelerin arkasından gizli gizli evinin içini gözetlemiyor, beyninin kıvrımlarında dolaşıyor Salinger’ın.
Salinger’ın hayatı boyunca aradığı ve ölümünden sonra bile bulamadığı bir şey varsa, o da özel hayatına saygı gösterilmesiydi. ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı yazdıktan sonra hayatı belki de onun asla tahmin edemediği bir şekilde değişmişti. Yaşamı boyunca sadelikten yana atmıştı adımlarını Salinger. Kitap kapaklarında bile sadelik istemişti ve sırf bu yüzden bile az tartışmamıştı yayınevleriyle. Herkes sussun, her şey sussun, kitap kapakları, yayınevleri, reklam kampanyaları, eleştirmen yorumları, kitap tanıtımları, kitabın yazarının özel hayatı, yaşamöyküsü... Hepsi sussun ve yalnızca hikâye konuşsun istiyordu. Yalnızca yazılan karakterler konuşsun. Yazı bundan başka hiçbir şey olamazdı onun için. Ve işte bu yüzden de daha da zordu işi. Çünkü yayınevleri çok satmak ve daha çok satmak için de çok süslemek istiyordu. Üstelik kendini edebiyat dünyasına kabul ettirmesi de öyle kolay olmamıştı. Çok sancılı ret cevapları almıştı pek çok kez dergilerden. Uzun süre bu dünyada kendine de yer açmaya uğraşmış, ardından gelen şöhretle bambaşka bir dünyanın ve bambaşka uğraşların içinde bulmuştu kendini.
Bir cinayet ve Salinger
8 Aralık 1980 akşamı, Mark David Chapman, John Lennon’u öldürdü ve kaldırım kenarına oturup sakin bir halde, ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı okumaya başladı. Daha sonra ifadesinde cinayeti kitap yüzünden işlediğini de söyleyecekti. Salinger, bir yazar olarak, gizemiyle yeterince (ve hiç de istemediği kadar) sansasyoneldi zaten, kitabı da bu skandalla anılacaktı. Kendinin bile önüne geçmediği hikâyesi bir cinayetin orta yerinde başkahramanlarından biriydi, artık.
Sonra davalar... Son yıllarına kadar bir türlü son bulmayan davalar. O kaçtıkça, adeta içine çekildiği mahkemeler. Salinger’ın mücadelesi maalesef asla sona ermeyecek, hayatının neredeyse hiçbir döneminde huzura eremeyecekti. 27 Ocak 2010’da öldüğünde ardından kocaman övgü metinleri yazılmış, onun bu dünya için ne kadar ‘fazla’ bir yazar olduğundan bolca bahsedilmiş olabilir. Ama ölümünün ardından bile annesiyle, kendisiyle, evlilikleriyle, çocuklarıyla, kısacası hayatındaki ayrıntılarla ilgili tuhaf haberler ‘patlamaya’ devam etti. Öyküleri, kendisinin hiçbir zaman izin vermeyeceği kapaklarla ve derlemelerle yayımlanmaya başladı. Medya bir ahtapot gibi sarılmıştı ölümüne. İşte bu yüzden tüm okurları bilirler ki, Salinger delicesine düşkündü mahremiyetine, biraz huysuzdu, yayınevleriyle başı dertteydi ve pek de insan canlısı değildi. Kimse neden insanlardan kaçtığını, neden bu denli huysuz olduğunu anlayamamıştı bugüne kadar. Kötüleyen dedikodulardan öteye gidemedi kişiliğine dair söylenenler.
İşte tüm bunların arasında, Salinger’ın karşısında saygıyla eğilen ama bir o kadar da kapsamlı bir yaşamöyküsü okumak hayal gibi aslında. ‘Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’ın yazarı Kenneth Slawenski her şeyden önce oldukça sadık bir Salinger okuru. Hatta her şey böyle başlamış. 2004’te www.deadcaulfields.com isimli internet sitesini kurup yönetmeye başlamış. Ve burada yalnızca ‘Çavdar Tarlasında Çocuklar’a değil, yazarın yayımlanmış ya da yayımlanmamış bütün öykülerine yer vermiş Slawenski. Yaptığı araştırmalarla Salinger’ın öyküleriyle ilgili makaleler yazan yazar, yedi yıllık yoğun bir çalışmanın sonrasında ortaya çıkarmış bu yaşamöyküsünü.
Niyeti salt sığ bir biyografi yazmak olmadığı için edebi incelemelerle tek tek öykülerinin derinine inmiş yazar. Ünlü olduğu zamandan değil, çocukluğundan başlamış Salinger’ın dehasını okumaya, hikâyelerinin ve karakterlerinin derin incelemeleriyle de devam etmiş anlatmaya. İşte tam da bu yüzden, Salinger’ın hayatına yön veren en önemli dönemi; yazarlık hayatını baştan sona etkisi altına alan ve kitaplarını karakterize eden askerlik yıllarının da kapsamlı bir okumasını yapmış Slawenski. Cephede geçen uzun ve zorlu günlerinden, inzivaya çekildiği olgunluk zamanlarına kadar, yaşamının yazısına etki eden her ayrıntısı mevcut bu yaşamöyküsünde.
Bir huysuzun öyküsü
Salinger’ın üstün körü bildiğimiz hayatını, onunla savaş halindeki medya tarafından bize aktarılan çarpık imajı silerek derinlemesine adımlıyor Kenneth Slawenski. Bir kitabıyla tarihe geçen olağanüstü bir yazar üzerinden dürüstlüğümüzü de sorguluyor. Kitap ilerledikçe, yaşamı boyunca ona verdiğimiz rahatsızlığı hissedeceksiniz iliklerinizde. Salinger’ın kasvetli hayatının sıkıntısı sizin de içinize dolacak ve üstelik bu sıkıntıda bir payınız varmış gibi suçlu hissedeceksiniz. Çünkü, o sıkıntıda gerçekten de payınız var. Yazarı ilahlaştıran ve onun hayatının kendisine ait olduğunu sanan, ona tecavüz eden okuyucu tavrı değil mi medyanın onun üzerine bu denli gitmesine sebep olan esas şey?
Son zamanlarında yazdıklarını yayımlamanın bile özel hayatının ihlali anlamına geldiğini düşünmeye başlayan, tüm dünya tarafından köşeye sıkıştırılmış huysuz bir dehanın öyküsü bu. Ama okurla yazarın dedikodusunu yapmak yerine, okuru sorgulayan bir öykü. Hep daha fazlasını merak eden okurların ve onlara bir şeyler sunmak adına kim bilir kimleri köşeye sıkıştıran medyanın riyakarlığını çarpıyor yüzünüze ve diyor ki: “Tüm hüznü ve kusurlarıyla Salinger’ın yaşamını incelemek bizi, yaşamlarımızı yeniden değerlendirmekle, bağlantılarımızı gözden geçirmekle ve dürüstlüğümüzü ölçmekle yükümlü kılar.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder