Marilyn Monroe ile ilgili yazılabilecek farklı ne kalmıştır bilmiyorum. Üniversitedeyken onun film setlerindeki fotoğraflarından oluşan bir sergi gezmiştim Teşvikiye'deki Pamukbank Galerisi'nde (artık burası da yok). Hüzünlü bir hali vardı birçok fotoğrafta. Bugün onun hakkında okuduğum haberlerde en çok şu cümle içimi acıttı. Arthur Miller'ın günlüğüne "Bu kadar aptal olduğunu bilseydim evlenmezdim" satırlarını okuduğunda hissetmiş olabileceği acı.
5 Ağustos 1962'de gizemli bir şekilde hayatını kaybeden efsane ama kırılgan sarışın, belki de sadece sevilmek istiyordu... Ama yaşasaydı ve 86 yaşında bir nine olsaydı, efsane kalabilecek miydi bilinmez. Holywood genç ölüleri sever ne de olsa...
(Altta ölümünün 50. yılında onunla ilgili yazılmış iki haber. İlki Radikal'den, ikincisi Milliyet'ten)
(Altta ölümünün 50. yılında onunla ilgili yazılmış iki haber. İlki Radikal'den, ikincisi Milliyet'ten)
Hiç tanımadığı babası ve şizofreni hastası annesiyle çocukluğu tam anlamıyla trajedidir Norma Jane’in. Yetimhanede geçen çocukluk yılları, geçici ailelerin evinde yaşadığı tacizlerle aslında çocuk bile olamamıştır. Hep istenmeyen kişidir, nerede dursa fazlalık olmuş, hiçbir şey yapmadığı halde etrafındaki insanların onu geri nasıl gönderebileceklerini konuştuklarına şahit olmuş. Belki de bu sebeptendir, bu kadar çok arzulanmayı istemesi. Kendince çocukluğundan intikam almıştır, sevilmeyen bir çocukluktan herkesin ona kollarını açtığı bir kadın olmak için uğraşmıştır.
Artık ismi Marilyn’dir
On altı yaşına girdiği an ilk sevgilisi ile evlenme kararı alır çünkü yaşayacak yeri yoktur. Norma Jane artık büyümüştür, fiziği, yüzü, kocaman gülümsemesi ile ilgi odağı olmaya başlamıştır bile. Fotomodellik yapmaya başlar, poz vermeyi o kadar sever ki daha iyisini olabilmek için evli olmaması gerektiğini anlar. Geçmişini Norma Jane ismiyle geride bırakıp, yazılışını bile ilk başta bilmediği Marilyn Monroe ile devam eder.
1948’de Scudda-Oo filminde küçücük, belli belirsiz bir rol kapar, sonrasında ardı ardına küçük rollerle devam eder. On altı yıllık kariyeri boyunca toplam yirmidokuz film yapmıştır, bu filmlerin yirmi dördü, kariyerinin ilk sekiz senesine aittir. Onunla çalışanlar ondan yaka silkmişlerdir, iyi bir oyuncu değildir, oyuncu koçu olmadan ufacık rolleri bile yapamıyordur, gerçek hayatta oynadığı Marilyn karakteri onun en başarılı performansıdır.
Acı geçmişi umut oldu
Aslında düz bakıldığı zaman tarihte bu kadar iyi oyuncu varken neden Marilyn Monroe efsaneleşti? Çünkü o şöhret için tırnaklarını kıran, geçmişi acı dolu bir kadındı. Yetimhanedeki küçük kızlara umut ışığı oldu, geçmişiniz ne kadar acıysa geleceğiniz o kadar ışıltılı vaadi vardı onun hayatında.
Çok darbe yedi, tam hayatı istediği gibi giderken bir sabah uyandı ve bütün gazetelerde çocuk yaşta çektirdiği çıplak fotoğraflarını gördü, porno yıldızı damgası çok ağır bir ithamdı o dönemde. O da kurallarına göre oynadı bu oyunu, ne kadar ağlarsan o kadar haklısındır durumu ile gazetecilerin karşısına gözü yaşlı çıktı.
Ardından nasıl başarılı olursa olsun, eğer kadınsan ve bedenini o ya da bu şekilde sergilemişsen aptalsın diye dalga geçen insanlara, “Evet aptalım ama Arthur Miller’la ben evliyim. Beni aptal sarışın olduğum için seviyor” dedi. Bu sözü söylerken büyük ihtimalle kalbine bir hançer saplanmış olmalı acıdan. Çünkü o hep sevgililerine de kocalarına da yetebilmek için uğraş veren küçük bir kızdı. İkinci kocası efsane beysbolcu Joe DiMaggio ile tanışır tanışmaz evlenmiş, öyle ki kendi kariyerini umursamamıştı bile. O hep hayran olduğu insanlara âşıktı, çoğu babasız kız gibi. Arthur Miller’ın günlüğünde okuduğu “Bu kadar aptal olduğunu bilseydim evlenmezdim” sözü tokat gibi çarpmıştı onun suratına.
Marilyn artık iyi değildi, üzerinde baskı çok vardı, sürekli ama sürekli ilaç içiyordu. Onu ayık görmek mümkün olmamaya başladı. Aptal sarışınlık imajından sıkılmıştı, ondan kurtulmaya çalıştıkça daha da batıyordu. Hollywood için sömürülmeye hazır bir nesneden farksızdı artık. Neredeyse her gün onun hakkında bir haber çıkıyor ve bu haberler artık can sıkıcı olmaya başlıyordu. Kennedy ailesinin iki ferdiyle birden yaşadığı aşktan, Frank Sinatra’yı tahrik eden tek kadın olmasına kadar... Basın toplantıları korkunç geçiyordu, daha da kötüsü yanında güveneceği kimse kalmamıştı. Çocukluğuna geri dönmüştü, çöküşünün farkındaydı...
En önemlisi annesi gibi delirmekten korkuyordu, kafasının içindeki sesleri bastırmak için içtiği ilaçlar artık tesir etmiyordu, takip edildiğini düşünüyordu, yalnız kalamıyordu. Bu günlerde yanında olan tek kişi ikinci kocası Joe DiMaggio olmuştu, yeniden evlenmeye karar vermişlerdi.
Ve artık bir efsane
Nikâhtan üç gün önce 36 yaşında Marilyn Monroe evinde ölü bulundu. Ölümü bile skandallara imza attı; intihar, suikast, aşırı doz, politik cinayet... Marilyn Monroe artık bir efsaneydi, kullandığı parfümden giydiği sabahlıklara kadar açık arttırmalarda milyon dolarlara satıldı. O çok istediği şöhret insanlık bitene kadar var olacaktı.
Ama benim için Marilyn, sevgisiz büyüyen çocukların simgesidir sadece. Güvensiz, kırılgan, acılarını göstermemek için gülümseyen, hep bir maskenin ardına sığınan, yanlış kişilere âşık olan, hayallerini gerçekleştirirken bile geride duran, kaybetme korkusu taşıyan insanların simgesi...
Artık ismi Marilyn’dir
On altı yaşına girdiği an ilk sevgilisi ile evlenme kararı alır çünkü yaşayacak yeri yoktur. Norma Jane artık büyümüştür, fiziği, yüzü, kocaman gülümsemesi ile ilgi odağı olmaya başlamıştır bile. Fotomodellik yapmaya başlar, poz vermeyi o kadar sever ki daha iyisini olabilmek için evli olmaması gerektiğini anlar. Geçmişini Norma Jane ismiyle geride bırakıp, yazılışını bile ilk başta bilmediği Marilyn Monroe ile devam eder.
1948’de Scudda-Oo filminde küçücük, belli belirsiz bir rol kapar, sonrasında ardı ardına küçük rollerle devam eder. On altı yıllık kariyeri boyunca toplam yirmidokuz film yapmıştır, bu filmlerin yirmi dördü, kariyerinin ilk sekiz senesine aittir. Onunla çalışanlar ondan yaka silkmişlerdir, iyi bir oyuncu değildir, oyuncu koçu olmadan ufacık rolleri bile yapamıyordur, gerçek hayatta oynadığı Marilyn karakteri onun en başarılı performansıdır.
Acı geçmişi umut oldu
Aslında düz bakıldığı zaman tarihte bu kadar iyi oyuncu varken neden Marilyn Monroe efsaneleşti? Çünkü o şöhret için tırnaklarını kıran, geçmişi acı dolu bir kadındı. Yetimhanedeki küçük kızlara umut ışığı oldu, geçmişiniz ne kadar acıysa geleceğiniz o kadar ışıltılı vaadi vardı onun hayatında.
Çok darbe yedi, tam hayatı istediği gibi giderken bir sabah uyandı ve bütün gazetelerde çocuk yaşta çektirdiği çıplak fotoğraflarını gördü, porno yıldızı damgası çok ağır bir ithamdı o dönemde. O da kurallarına göre oynadı bu oyunu, ne kadar ağlarsan o kadar haklısındır durumu ile gazetecilerin karşısına gözü yaşlı çıktı.
Ardından nasıl başarılı olursa olsun, eğer kadınsan ve bedenini o ya da bu şekilde sergilemişsen aptalsın diye dalga geçen insanlara, “Evet aptalım ama Arthur Miller’la ben evliyim. Beni aptal sarışın olduğum için seviyor” dedi. Bu sözü söylerken büyük ihtimalle kalbine bir hançer saplanmış olmalı acıdan. Çünkü o hep sevgililerine de kocalarına da yetebilmek için uğraş veren küçük bir kızdı. İkinci kocası efsane beysbolcu Joe DiMaggio ile tanışır tanışmaz evlenmiş, öyle ki kendi kariyerini umursamamıştı bile. O hep hayran olduğu insanlara âşıktı, çoğu babasız kız gibi. Arthur Miller’ın günlüğünde okuduğu “Bu kadar aptal olduğunu bilseydim evlenmezdim” sözü tokat gibi çarpmıştı onun suratına.
Marilyn artık iyi değildi, üzerinde baskı çok vardı, sürekli ama sürekli ilaç içiyordu. Onu ayık görmek mümkün olmamaya başladı. Aptal sarışınlık imajından sıkılmıştı, ondan kurtulmaya çalıştıkça daha da batıyordu. Hollywood için sömürülmeye hazır bir nesneden farksızdı artık. Neredeyse her gün onun hakkında bir haber çıkıyor ve bu haberler artık can sıkıcı olmaya başlıyordu. Kennedy ailesinin iki ferdiyle birden yaşadığı aşktan, Frank Sinatra’yı tahrik eden tek kadın olmasına kadar... Basın toplantıları korkunç geçiyordu, daha da kötüsü yanında güveneceği kimse kalmamıştı. Çocukluğuna geri dönmüştü, çöküşünün farkındaydı...
En önemlisi annesi gibi delirmekten korkuyordu, kafasının içindeki sesleri bastırmak için içtiği ilaçlar artık tesir etmiyordu, takip edildiğini düşünüyordu, yalnız kalamıyordu. Bu günlerde yanında olan tek kişi ikinci kocası Joe DiMaggio olmuştu, yeniden evlenmeye karar vermişlerdi.
Ve artık bir efsane
Nikâhtan üç gün önce 36 yaşında Marilyn Monroe evinde ölü bulundu. Ölümü bile skandallara imza attı; intihar, suikast, aşırı doz, politik cinayet... Marilyn Monroe artık bir efsaneydi, kullandığı parfümden giydiği sabahlıklara kadar açık arttırmalarda milyon dolarlara satıldı. O çok istediği şöhret insanlık bitene kadar var olacaktı.
Ama benim için Marilyn, sevgisiz büyüyen çocukların simgesidir sadece. Güvensiz, kırılgan, acılarını göstermemek için gülümseyen, hep bir maskenin ardına sığınan, yanlış kişilere âşık olan, hayallerini gerçekleştirirken bile geride duran, kaybetme korkusu taşıyan insanların simgesi...
***
5 Ağustos 1962’de henüz 36 yaşındayken gelen ani ölüm haberiyle hayranlarını üzen Marilyn Monroe, bugünün gençlerinde bile 50 yıl öncesindeki kadar hayranlık uyandırıyor. Ünlü şarkıcı Elton John’un adına ithaf ettiği şarkıda söylediği gibi, “ışığı efsanesinden çok erken söndü.”
Los Angeles’ta 1926’da Norma Jeane Mortenson adıyla dünyaya gelen Monroe’nun hikayesi, popüler kültürün eşsiz fenomeni haline gelen bir kadın için tahmin edildiği kadar parlak başlamıyor. Yetimhanelerde veya koruyucu ailelerin yanında kopuk bir çocukluk geçiren Monroe’nun hayatının dönüm noktası çalıştığı fabrikada onu keşfeden bir fotoğrafçının sihirli bir cümlesi oluyor:
“Çok güzelsin!”
1945 yılında gelen bu iltifatla kendini bulduğunu söyleyen Monroe, ekran karşısında olmaya karar verdi ve eşinden boşandı. Saçlarını platin sarısına boyayıp 1946’da ilk film sözleşmesini imzalayan Monroe’nun beyazperdeye kendini kabul ettirmesi hiç zor olmadı. Öyle ki, ilk kez filmini 1948’de çevirdi, ilk başrolünü ise 1952’de oynadı..
Sinatra evine gönderdi
Sarı saçları, kırmızı ruju, havalanan eteği, kıvrımlı ve dolgun hatları, yasak ilişkileri, mafya bağlantıları, madde bağımlılığı ve iniş çıkışları gibi pek çok neden Monroe’nun efsaneleşmesine ayrı ayrı katkıda bulundu. O zamana kadar insanüstü özelliklere sahipmiş gibi görülen yıldızların aksine o tüm korkularını, güvensizliklerini, hassasiyetlerini herkesin önünde yaşadı. Ancak uzmanlara göre onun böylesine büyük bir efsane olmasında en çok, erken ölümü rol oynadı.
Monroe’yu son görenlerin anlattıklarına göre, son iki ayını Los Angeles’taki evinde yalnızca yakın arkadaşı İngiliz aktör Peter Lawford ve psikoterapisti Ralph Greenson’ı görerek geçiren aktris derin bir bunalımdaydı. Ölümünden birkaç hafta önce eski sevgilisi şarkıcı Frank Sinatra, onu arkadaşlarıyla birlikte Nevada’ya tatile çağırmıştı. Son filminin yönetmeniyle kavga etmesinden sonra kovulan Monroe için bu tatilin terapi olacağını düşünüyordu. Ancak yanılmıştı. Monroe bu tatilde sinir krizleri geçirdi, satlerce ağladı. Umarsız ve dengesiz davranan Monroe’nun ağır dozda madde kullandığını anlayan Sinatra, ölmesinden korktuğu için pazar akşamı onu tek başına evine geri gönderdi.
İntihar eğilimi yoktu
Ancak Monroe’nun intihar ettiği ile ilgili iddialar bu noktadan sonra zayıflıyor. Hüsranla biten haftasonunun ardından yapım şirketiyle yeniden anlaşmaya varıp bir de Life dergisiyle uzun bir söyleşi yapan Monroe, hayata dönme sinyalleri veriyordu.
Ölümünden bir gün önce evine mobilyalar almıştı. Psikiyatrlara göre intihar etme eğiliminde olan birinin ruh halinden çok uzaktı. Başucunda bulunan 13 kutu ilaç ve kanında bulunan yüksek dozda uyuşturucu, intihar ettiğini gösteriyordu.
Fakat çelişkili ifadeler, otopsi sırasında cesedin bir daha incelenemeyecek şekilde hasar görmesi, kayıtların hemen hemen hepsinin yok edilmiş olması ölümünde cinayet, ihmal veya kaza gibi diğer ihtimalleri güçlendiriyor.
86 yaşında olacaktı
Monroe’nun nasıl öldüğü asla öğrenilemeyecek. Konuyla ilgili elinde geniş bir dosya olduğu bilinen FBI bunları paylaşmayı reddediyor. Monroe’nun ölümünü araştırmış olan dedektifler tek tek hayata veda ediyor. Olayın tanıkları çoktan öldü. Monroe‘nun yarım kalan hikayesinin sonunu ise kimse bilemeyecek. Monroe bugün yaşasaydı 86 yaşında olacaktı. Hayatı boyunca üç kez evlenen yıldız, belki yeni bir aşktan hep istediği çocuğu yapmış, torunlarıyla vakit geçiriyor olacaktı.
Belki de çoktan unutulmuş “eskiden ünlü” bir isim olarak yaşayacaktı...
Los Angeles’ta 1926’da Norma Jeane Mortenson adıyla dünyaya gelen Monroe’nun hikayesi, popüler kültürün eşsiz fenomeni haline gelen bir kadın için tahmin edildiği kadar parlak başlamıyor. Yetimhanelerde veya koruyucu ailelerin yanında kopuk bir çocukluk geçiren Monroe’nun hayatının dönüm noktası çalıştığı fabrikada onu keşfeden bir fotoğrafçının sihirli bir cümlesi oluyor:
“Çok güzelsin!”
1945 yılında gelen bu iltifatla kendini bulduğunu söyleyen Monroe, ekran karşısında olmaya karar verdi ve eşinden boşandı. Saçlarını platin sarısına boyayıp 1946’da ilk film sözleşmesini imzalayan Monroe’nun beyazperdeye kendini kabul ettirmesi hiç zor olmadı. Öyle ki, ilk kez filmini 1948’de çevirdi, ilk başrolünü ise 1952’de oynadı..
Sinatra evine gönderdi
Sarı saçları, kırmızı ruju, havalanan eteği, kıvrımlı ve dolgun hatları, yasak ilişkileri, mafya bağlantıları, madde bağımlılığı ve iniş çıkışları gibi pek çok neden Monroe’nun efsaneleşmesine ayrı ayrı katkıda bulundu. O zamana kadar insanüstü özelliklere sahipmiş gibi görülen yıldızların aksine o tüm korkularını, güvensizliklerini, hassasiyetlerini herkesin önünde yaşadı. Ancak uzmanlara göre onun böylesine büyük bir efsane olmasında en çok, erken ölümü rol oynadı.
Monroe’yu son görenlerin anlattıklarına göre, son iki ayını Los Angeles’taki evinde yalnızca yakın arkadaşı İngiliz aktör Peter Lawford ve psikoterapisti Ralph Greenson’ı görerek geçiren aktris derin bir bunalımdaydı. Ölümünden birkaç hafta önce eski sevgilisi şarkıcı Frank Sinatra, onu arkadaşlarıyla birlikte Nevada’ya tatile çağırmıştı. Son filminin yönetmeniyle kavga etmesinden sonra kovulan Monroe için bu tatilin terapi olacağını düşünüyordu. Ancak yanılmıştı. Monroe bu tatilde sinir krizleri geçirdi, satlerce ağladı. Umarsız ve dengesiz davranan Monroe’nun ağır dozda madde kullandığını anlayan Sinatra, ölmesinden korktuğu için pazar akşamı onu tek başına evine geri gönderdi.
İntihar eğilimi yoktu
Ancak Monroe’nun intihar ettiği ile ilgili iddialar bu noktadan sonra zayıflıyor. Hüsranla biten haftasonunun ardından yapım şirketiyle yeniden anlaşmaya varıp bir de Life dergisiyle uzun bir söyleşi yapan Monroe, hayata dönme sinyalleri veriyordu.
Ölümünden bir gün önce evine mobilyalar almıştı. Psikiyatrlara göre intihar etme eğiliminde olan birinin ruh halinden çok uzaktı. Başucunda bulunan 13 kutu ilaç ve kanında bulunan yüksek dozda uyuşturucu, intihar ettiğini gösteriyordu.
Fakat çelişkili ifadeler, otopsi sırasında cesedin bir daha incelenemeyecek şekilde hasar görmesi, kayıtların hemen hemen hepsinin yok edilmiş olması ölümünde cinayet, ihmal veya kaza gibi diğer ihtimalleri güçlendiriyor.
86 yaşında olacaktı
Monroe’nun nasıl öldüğü asla öğrenilemeyecek. Konuyla ilgili elinde geniş bir dosya olduğu bilinen FBI bunları paylaşmayı reddediyor. Monroe’nun ölümünü araştırmış olan dedektifler tek tek hayata veda ediyor. Olayın tanıkları çoktan öldü. Monroe‘nun yarım kalan hikayesinin sonunu ise kimse bilemeyecek. Monroe bugün yaşasaydı 86 yaşında olacaktı. Hayatı boyunca üç kez evlenen yıldız, belki yeni bir aşktan hep istediği çocuğu yapmış, torunlarıyla vakit geçiriyor olacaktı.
Belki de çoktan unutulmuş “eskiden ünlü” bir isim olarak yaşayacaktı...
Harika bir derleme ve içinden bir sürü yeni şey öğrenebileceğimiz bir yazı olmuş, eline sağlık! Bir solukta, ilgiyle okudum.
YanıtlaSilTeşekkürler, ben pek bir şey yapmadım aslında :) Ne zaman düşünsem hayatını, hüzünlenirim. Yazık olmuş bir hayatın sahibi; anlaşılamamış, yaldızlarının altındaki hali merak edilmemiş bir kadınmış MM...
YanıtlaSil