Sabah sabah baş ağrısı ve fırk fırk nidalarıyla uyandım, sanırım şifayı kapıyorum. Gözlerim yanıyor, kafam vücuduma ağır geliyor... Ofiste herkes hapşırıp tıksırırken, olacağı buydu. Ihlamurlu kahvaltıya geçmeden önce gazete okuyayım biraz dedim. Yoda sabahlığımın kuşağını rahat bırakmayıp kafamı ısırınca içeri, yatak odasına kaçtım.
Sonra Mehmet Tez'in yazısını okudum. Tekgöz'e içim parçalandı. Başın sağolsun Mehmet Tez... Evet, hayvanı olmayan anlayamaz gerçekten. Sadece bir kedi değil işte. Can. Can yoldaşı.... "Obi ile Yoda'yı kaybedersek ne yaparız allaam?" diye korkunç bir düşünce geçti aklımdan. Kedi'yi kaybedişimiz ve içimizin nasıl yandığını düşündüm. İçim ürperdi. Koşa koşa salona geri döndüm. Yoda varsın sabahlığımın kuşağıyla oynasın, çoraplarımı çekiştirip ayağımı ısırsın. Yirim ben onu...
Mehmet Tez'in yazısı altta:
Hayvanı olmayan anlamaz
Her
zaman yaptığım gibi gıdısını parmağımla yokladım. Bu sefer başını
arkaya atıp “gurgurgur” yapmadı. Hareket etmedi. Kaskatıydı. Hâlâ
yumuşacık olan tüylerini son bir kez okşadım. Sonra elimle çukurun
yanındaki toprağı usul usul üzerine ittim. Sevgili Tekgöz’ümü geçen
pazar geceyarısı en sevdiği ağacın altına gömdüm.
Eve girdiğimizde
hâlâ kapıyı yavaş yavaş açıyoruz ama alışkanlıktan. Artık gerindikten
sonra bacaklarımıza tos atan, “Aman ezmeyelim dikkat” diye endişe
edeceğimiz biri yok.
Koltuğun yan tarafında
kimse tırnaklarını
bilemiyor. Alüminyum folyodan yaptığımız dandik topla (alengirli
oyuncakları sevemedi bir türlü) evin öteki ucuna tamamen kendine has
ritüeliyle (önce duvara dayalı tabloyla duvarın arasındaki tünel, sonra yatak, başucundaki komodin, ardından camın önü,
geriye bakış ve yalanma) koşan tip de yok.
Geceyarısı
içeriden kıtır kıtır mama yeme sesi gelmiyor. Dışarı çıkmak için balkon
kapısındaki anahtarlığa pati atıp “çın çın çın” yapan yok. Sabaha karşı
dönüp “Maaaaauuuu kapıyı açıııın” diyen de. Ev sessiz.
Yazı yazarken bilgisayarın üzerinde dolaşmasını
“Ya Tekgöz bir dur, iki satır yazdırmadın” diye isyan edişimi özlüyorum.
Ağustos
sıcağında film seyrederken üzerime kurulup sıcaktan pestilimi
çıkarmasını da, koltukta uyuyakaldığımda usul usul yaklaşıp kulağımı
“kıt” diye ısırmasını da...
Onu sokakta bulduğumuzda tek gözünü
çoktan kaybetmiş sıska, ölmek üzere el kadar bir şeydi. Ayakta zor
duruyordu. “İki gün dursun, gözünü tedavi ettirip bahçeye salarız”
dedik, bir daha ayrılamadık. O kadar ani oldu ki isim bile koymadık.
Veteriner “Adı ne? dedi, “Tekgöz” dedik, öyle kaldı.
Üç buçuk yıl boyunca hayatımızı renklendirdi ev arkadaşımız oldu, acımızı sevincimizi paylaştı.
Böbrekleri
çökmüş. Hiçbir şey çaktırmadı son üç güne kadar. Bir gece ansızın
karşımıza çıkmıştı, yine bir gece ansızın çıktı gitti hayatımızdan.
Kısırlaştırılmadan
önce hormonlardan mütevellit azıp kavga ettiği koca kafalı sokak
azmanlarından, ensesinden ısırmak suretiyle taciz ettiği dişilerden,
kovaladığı kuşlardan, farelerden, dibine işemek suretiyle kuruttuğu
sardunyalardan özür diliyorum. Haklarını helal etsinler, kedilik hali.
Ne zormuş, insan başına gelmeden anlamıyor. Kedidir eninde sonunda değil mi? Ama öyle değil işte...
benim tüyler tiken tiken... =S
YanıtlaSilof sorma ya, zalım dünya. düşünmesi bile çok fena :(
Sil