2 Mayıs 2010 Pazar

Nilgün Marmara, bir siyah kuğu

Bu gece hayaletlerden açıldı madem laf, devam edelim. Daha önce başka bir yerde andığım biriyle, Nilgün Marmara'yla. Onu daha başka türlü yazamam gibi geliyor, yazıyı ufak değişikliklerle buraya almayı seçiyorum. Huzursuz bir ruhtu Nilgün Marmara. Kırılgan ve hassas... Siyah bir kuğuydu sanki.

Ne zaman okudum ilk kez Nilgün Marmara'yı, bilmiyorum. Ama Tezer Özlü ve Aslı Erdoğan'ı ilk okuduğumda olduğu gibi kekremsi bir tat bırakmıştı sanki ağzımda. Hani böyle kağıt keser de acır ya, öyle... Kelimeleri boğazıma takılmıştı; yutsam mı, geri mi bıraksam yerine, bilememiştim. "Kırmızı Kahverengi Defter"ini aldım sonra, okudum okudum ve düşündüm de, ne acıttı acaba canını bu kadar? 


Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı'nı bitirdi. 29 yaşında, 13 Ekim 1987'de de evinin balkonundan atlayarak başka bir şeyi bitirdi, hayatına son vermeyi seçti; arkasında şiirler, defterler bırakarak... Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1980), Metinler (1990), Kırmızı Kahverengi Defter (1993)... İkincisi hariç hepsini okudum, yine de dokunamadım yarasına. Yanına bile yaklaşamadım dokunmanın.
"Kuğu Ezgisi" şiirinden midir, yoksa hüzünlü gözüktüğü fotoğraflarındaki zarafetinden midir bilmem, bana hep kuğuyu anımsattı. Düşündüm, benden az yaşadığı bu hayatta, birçok şey bırakmış ve sonra da çekip gitmiş. Dönüş zamanını kendisinin seçtiği bir yolculuğu yaşamış.


"Ne zamandır ertelediğim her acı,
Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
Dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!"
demiş. 

Sonra da
"(...) Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
Ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
Sevda ile seslenir sizlere!"
diye eklemiş.

Bir şeylere ulaşamamış belli ki, dilediğince olmamış bir şeyler. Kırılmış, incinmiş... Sylvia Plath'i severmiş, onun üzerine çalışmalar yaptıktan sonra sonu da Plath gibi olmuş ne yazık ki. Kendini "paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk" diye tanımlamasının ardında ne yatar, bilemeyiz. Anca şiirlerinden sürebiliriz izini.


Oruç Aruoba demiş ki onun için:

Bulamayan Nilgün'ün anısına
"İsteyerek ölen kişi ile istemeden ölen insan
arasında, temelden, kökten bir fark vardır:-
İlki, her şeyin ötesine geçmiş olmakla, huzurludur;
ötekiyse, hiçbir şeyi çözememiş olmakla, huzursuz...
'Bitmeyen sükunlu gece' ile 'kabir azabı'
arasındaki fark da bu farkta yatsa gerek..."
Nilgün Marmara ise bir şiirinde hep düşündüğüm maskeler üzerine deyivermiş:

"Maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın
Hepiniz mezarısınız kendinizin...'' (Biraz, mezarlarınıza tüküreceğim diyen Boris Vian'a öykünmüş belki)
Yaralıymış, dünyayla, belki kendiyle... Derdi varmış.

"Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden,
Kendimi bulamıyorum
Dönüp gelip kendime
yerleşemiyorum,
Kendimi bir yer edinemiyorum,
Kendime bir yer...

Kafatasımın içini,
bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım
Ölü ben'im kendini izlesin her yandan,
o tuhaf sır içinden!"

Ve bu hassas kız çocuğu, hüzün gözlü kadın, "30'una değmeden" gitti. Çığlık bile atmadan...
Cemal Süreya üzülmüş. Hem de çok... Onu, ölümünü anlatmış, hem de pek... (güzel, acı?) anlatmış.

"Nilgün ölmüş. Beşinci kattaki evinin penceresinden kendini atarak canına kıymış. Ece Ayhan söyledi.
Çok değişik bir insandı Zelda (bir adı da Zelda’ydı). Akşamları belli saatten sonra kişilik, hatta beden değiştiriyor gibi gelirdi bana. Yüzü alanır, bakışlarına çok güzel, ama ürkütücü bir parıltı eklenirdi. Çok da gençti. Sanırım, otuzuna değmemişti daha.

Bu dünyayı başka bir hayatın bekleme salonu ya da vakit geçirme yeri olarak görüyordu.
Dönüp baktığımda bir acı da buluyorum Nilgün’ün yüzünde. O zamanlar görememiştim. Bugün ortaya çıkıyor"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder