30 Mart 2010 Salı
Umut etsek de mi beklesek, etmesek de mi gitsek
Bugün sanki henüz başlamadı, ben daha adapte olamadım Salı gününe. Zaten yataktan kalkmam 1.5-2'yi buldu. (Yazıyla iki) E salı günlerini de pek sevmem. Geç kalkınca da kahvaltıyı es geçip direkt öğle yemeği, o da iyi. Lakin bakla var, yoğurt yok. Olmadı şimdi. Hava açmış, güneşli. Artı hanesine bir puan daha. Neydi o iki gündür yağmurlu kasvetli hava...
Neler olmuş bugün dünyada? Cern'deki Big Bang çarpışması başarıyla gerçekleşmiş, müthiş bir enerji açığa çıkmış. Birazı da bana uğrasa o enerjinin...
Başka? Ricky Martin gay olduğunu açıklamış, e günaydın. Rahatlamıştır adamcağız George Michael gibi. Yıllardır kadınlara göz süzmekten gözü seyirdiydi zavallının.
Bu aralar çevremde kiminle konuşsam, herkes hayatında bir mucize olmasını bekliyor. Sezdirmese de bekliyor. Çaktırmadan. Sanki birden filmlerdeki gibi bir şey olacak ve bum! Her şey yoluna girecek. İşmiş, aşkmış... hepsi düzelecek!
Kafamız dağılsın diye izlediğimiz romantik Amerikan komedileri bizi bu hale getirdi. Tanrının eli değsin diye bekliyoruz, ama değmiyor. O halde Maradona gibi yapıp kendi elimizle idare edecek, duruma müdahale ederek kendi golümüzü atacağız. Yoksa bekle bekle, kurur kalır insan! Bir umuttu yaşatan insanı, en büyük silah umut etmek yadigar kalsın size, tamam ama o da bir yere kadar.
O değil de saçımdaki şu maskeyi çıkarayım artık, sular kesilir filan, allah muhafaza! Karıncalara yem olurum sonra.
29 Mart 2010 Pazartesi
Takıntı sayılamayacak takıntılar
Önce kendiminkilerden başlayaym:
- Pilavı, baklayı, makarnayı, köfteyi... vs yoğurtsuz yiyememek (Takıntı değil bence bu, aa, ağız tadı)
- Yoğurt ve su konusunda seçici olmak, her marka yoğurt ve suyu yiyip içmemek
[Yoğurtta Sütaş, olmadı Tikveşli; suda Erikli, yoksa Pınar Madran. Lütfen...]
- Çikolata yemeden duramamak. (Takıntı değil aslında, bağımlılık)
- Filmlerdeki karakterlerin isimlerini, tarihleri hatırlamaya kalkışmak. Gerilim filmlerinde ölenleri kafaya takarsanız hele, felaket! (Aşçı boğuldu, bahçıvanı elektrik çarptı, hizmetçi yandı, evin hanımı merdivenlerden düştü, e kim kaldı geriye ölmeyen? Buyur bakalım!)
- Televizyondaki evlilik programlarına katlanamamak, merakla izleyenlere şaşırmak. (Bence bu, normal bir durum, di mi?)
- Öğrenciyken ders çalışmaya başlamak için saat başı olmasını beklemek. Misal, çeyrek mi geçti, oo olmaz, bir sonraki saat başı artık. 45 dakika daha dalga geçebilirim. (Amma kaytarıyormuşum. Şimdi de ev işlerinde, bazen.)
- Bira şişesinin dışındaki kağıdı soymak. Bunu neden yapıyorum bilmiyorum ama, yapıyorum işte.
- Miller söylediğimde (ki varsa onu söylerim) içine limon koymamalarını rica etmek. Ne zaman bunu unutsalar, içindeki limonu çıkarmaya kasmak.
- Kitaplıktaki kitapları önce yazar, sonra türe göre sıralamak; en sonunda beğenmeyip yayınevine göre sıralamak. (Siyah YKY'ler ve beyaz Can'lar pek güzel ayrışır misal.) Ama yazarın aynı yayınevinden kitap serisi yan yana olacak tabii. Bu durumda Paul Auster iki yerde oluyor, hem Metis'ten hem Can'dan çıkmış zamanında, ben n'apayım...
- Kitapların altını çizmemek, ödünç kitap alıp geri getirmeyenlere içten içe gıcık olmak. (Kime hangi kitabı verdiğini/kimden hangi kitabı aldığını not etmek, sonra o notları kaybetmek)
Bir arkadaşım vardı, yoldaki mazgal kapaklarına basamazdı, basınca çok korkar, çığlık atardı.
Anneannem mesela, su içerken kafasını tutar eliyle, çocukluğumdan beri tuhaf gelir bu. Bir de ters dönen terliği hemen çevirirler, elden bıçak vermezler. "Aman kavga etmeyelim" diye tükürüp verirler bıçağı. (E hani hijyen :P)
Bir de bazen yolda yürürken biri size bakıyormuş hissi olur hani, kafayı kaldırıp aniden baktığınızda bilmemkaçıncı (yüksek yani) kattan size bakan birini görürsünüz. Öyle aniden bakınca o da şaşırır, komiktir.
Çoğu kadın, erkeklerin alttaki klozet kapağını kapamamasına gıcık olur mesela. Bir de Türklere özgü olduğunu düşündüğüm, araçlara yeşil yandığı salise kornaya basmak vardır. Ne bu acele, ne bu heyecan?
Gülme Esteban, hiç takıntın yok sanki. Seni de önce havucun dışını, sonra içindeki tatlı kısmı yerken görmüşler.
Festival zamanı haanıım
29. İstanbul Film Festivali'ne az kaldı. 3 Nisan'da başlıyor. Festival kitapçığını almıştım ama incelemeye pek de fırsat olmadı. Aylakken daha da üşengeç oldum ben. İlk kez gündüz seansına bilet alma şansım var, (şans mı, işte içimdeki Polyanna uyandı) hâlâ kırıtıyorum! Kesin benim isteyeceğim filmlere bilet kalmamıştır (hop, içimdeki pesimist topu taca çıkardı). Her festival aynı şeyi yapıyor, hep son dakikaya bırakıyorum. Müstehak bana!
Türk sineması kısmını geniş tutmuşlar gibi geldi bu sefer.
Kaçırmamamız gereken 10 film bunlarmış. Gerçi böyle listeler ters teper bende.
John Lennon'ın çocukluğunu anlatan "Nowhere Boy"u merak etmiştim aslında. Bir de yıllar önce röportaj yaptığım Sahaf Vahan'la ilgili bir belgesel olmasına sevindim. Ne zamandır görmüyordum onu Galatasaray Lisesi'nin köşesinde, göçüp gitti diye endişenlenmişim. Ölümsüz olmuş meğer.
Nora Ephron'un Julie & Julia'sının festival programında olmasına şaşırdım, DVD'de izlemek kafi bence.
Görmek istediklerim arasında Greenberg var.
Tom Ford'dan olma, Colin Firth'en doğma "A Single Man" ilginç olabilir.
Sonracıma Jim Jarmush'un sağlam kadrolu "The Limits of Control"u, kitabını bir arkadaşıma hediye ettiğim "Ejderha Dövmeli Kız", eğlenceli görünen ve "Antidepresan" kısmında yer alan "Bunny ile Boğa".
Eskiden daha çok film izlerdim festivalde. Ama şimdi nedense pek bir şey gelmiyor içimden, fazla da film çıkmadı görüldüğü üzere... Kısmet!
Tom Ford'un filmi "A Single Man"in biletleri bitmiş de ek seans konmuş bile. Bak bak... Al işte, "Nowhere Man"in biletleri de tükenmiş. Olmadı, DVD'sini bulur izlerim. Zaman varken bakmadım evet, n'apayım... İçimdeki aylak, bir köşeye büzüşmüş enteli yedi!
Ev hanımı mıyım, aylak mı?
Geçen gün Hürriyet'in ekinde okuduğum bir yazı (ki gereksiz bir ayrıntı olarak, sadece hafta sonları alırım Hürriyet), şu anki durumumla ilgili olarak beni düşündürdü... Şu anda işsizim, evet. Bu durumda ev hanımı mı oluyorum peki ben? Ev hanımı/beyi olmak için ne gibi şartlar lazım? Evli olmak lazımsa eğer, olmaz. Yazı, "homemaker" sözcüğünün bizim anladığımız anlamda ev hanımlığından/beyliğinden fazlası olduğunu anlatıyordu aslında.
Neden çalışıyoruz? Para kazanmak için. E peki evden bir şeyler yaparak da para kazanabilsek, dışarıda çalışır mıyız? Belki hayır. Ya sosyalleşme, sosyal hayat? Aman, her gün aynı insanlara zoraki "Günaydın/İyi akşamlar" demek, iş arkadaşlarının tümünü "arkadaş" sanmak mı sosyalleşme? Peki ama kariyer? Kariyer konusunda kararsızım bu aralar. Çok da matah bir şey olmadığını düşünüyorum bazen. "Kızımız/oğlumuz ne iş yapıyor?" Bu, daha çok kız isteme kısmında ya da iş görüşmelerinde soruluyor. Kızımız atom mühendisi, n'olacak? Daha iyi dolma sarar, barbunya pilakiyi nefis yapar diye mi sordun hanım teyze?
Evde oturmak daha hesaplı mı, aslında evet. Dışarıda yemek/içmek masraflı. Sonra yol parası, en fazla tutan o. İstanbul'da hele. Trafik yorgunluğu da cabası. E her gün aynı giysi giyilmez, sonra yok o çantaya bu ayakkabı uymadı. Makyajdı, kozmetikti, saçtı, föndü... Gerçi prezantabl'ların işi zor anacım. Basın-yayın sektörünün kreatif bölümlerinde çalışanların bu dertleri pek yok. Vitrinde olanlar düşünsün. Mesela reklam sektöründeki müşteri temsilcileri süslüdür, ama art direktör ya da reklam yazarlarının buna pek ihtiyacı yoktur. Beyin takımıdırlar. Neyse, sayın Kırca konu dağılıyor...
Ne diyorduk? Ekonomik özgürlük. Postmodern sosyalizm. Bak bu iyiymiş, ekolojik beslenme gibi trendy ve çevreci üstelik. Kulağa da radikal ve duyarlı filan geliyor.
Yaşasın homemaker hareketi! Neymiş bu hareket, kimmiş homemaker: "Son derece bilinçli, abartılı tüketimi hoş karşılamayan, dünya kaynaklarına saygı duyan, yerel ekonomileri güçlendirmeye çalışan insanlar. Klasik anlamda işleri yok, bu nedenle ekonomik olarak görünmezler. Var olan ekolojik ve ekonomik sistemlerin çökmeye mahkûm olduğunu düşünüyor, yeni bir sistem kurmaya çalışıyorlar."
Gerisi? Gerisi haberde, buyrunuz.
27 Mart 2010 Cumartesi
Yazmak ya da yazmamak, işte bütün mesele bu
Cesare Pavese'nin intihar etmeden önce yazdıkları, Murathan Mungan'ın şiirinde...
"Günden güne eksiliyor tekil kalabalığım
Artık sabahı da kaplıyor acı
Tiksiniyorum bütün bunlardan
Sözler değil. Eylem
Artık yazmayacağım"
"Sözcükler, ah sözcükler
Kimsesizliğim benim
Nefret, bütün duyarlıklar adına tek mülkiyetim
Nereden gelsem ben
Nereye gitsem Pavese
İçimde hep bir konuk duyarlığı
Ben hep bir konuk gezdiririm
Yakamda bir çiçek kalabalıklığı
Nereden gelsem ben
Nereye gitsem Pavese
Kimsenin ağırlamadığı"
Yazmak böyle bir şey galiba. Ağırlanmadığın bir konukluk hali, içe dönük bir misafirlik...
Memleketimden insan manzaraları
Bu aralar ailevi meseleler nedeniyle gündemi biraz geriden takip etsem de, İclal Aydın-Tuna Kiremitçi hadisesi beni çok güldürdü. Gülmemin sebebi, Aydın'ın çellist Jacqueline du Pre'yi bilip bilmemesinden ziyade; eskiden evli olduğu ama artık ayrıldığı, hayatından çıktığı birini hâlâ bu derece kıskanması, hazımsızlık etmesi, bu ayrılığın bu kadar içine oturması ve gazete köşesini ergen kızın günlüğü gibi kullanarak öfkesini bu kadar seviyesizce kusması oldu. Haddini bildirmek isterken, unutulmaz bir gafa imza attı.
Nedir bu çemkirme merakı, yazısına başlık ettiği "ayar verme" hastalığı? Hem çellist bir sevgilisi olsa ne olur ki, ne ilgilendirir artık? Bitmiş gitmiş. Tak sepeti koluna, herkes kendi yoluna. Gamzeli sen hayatından çıktın diye, diğer gamzeli eve mi kapanacaktı? Hayata mı küsecekti?
İşin komiği, Tuna Kiremitçi'nin bahsi geçen bu yazısı yeni bile değil. Gazeteden önce, 18 Şubat'ta, yani 1 ay önce blog'una yazmış. Blog'daki o yazıya baksaydı, belki tufaya düşmezdi Aydın. Çünkü başlıkta "kurgusal bir metin" olduğu belirtilmiş zaten. İnanmayan baksın.
İnsanlar eskir, yerlerine yenisi gelir... Kimse kimsenin üstünde tahakküm kuramıyor işte. Birilerinin hayatına giriyor, birilerininkinden de çıkıyoruz. Yapacak bir şey yok. Kimsenin hayatına kanca atarak yerimizi sağlamlaştıramıyoruz. Ayrıca gazete köşesine kurulan köşe minderlerinin bilmesi gereken şey şu ki; o köşe tuvalet kağıdı değil, kusmuk torbası da, ergen günlüğü de... Sevgi pıtırcıklarının yapması lazım gelen: Yazmadan önce de, sonra da düşünmek. Hem de iyice... Mümkün olduğunca, kapasite elverdiğince...
Çello dinleyelim, dinletelim. Sakinleşelim, dinginleşelim; bu hem gafa, hem gaza iyi gelir. Gaz sancısı fena bir şey, insana neler yaptırıyor...
İşte "ayar çekme" meraklısı yazı. (Ki Vatan okumam, internet sağolsun)
Bu da ciddiye alınan ve "ayar vermeye" neden olan yazı.
26 Mart 2010 Cuma
Aylaklığa övgü/sövgü
Bu laf komikmiş: "Oturabiliyorsan ayakta durma, yatabiliyorsan oturma."
'Aylaklığa övgü' haline daha ne kadar devam edebilirim, bilmiyorum. Bertrand Russell, beni anlıyormuş. Tam duruma uygun kitap adı. Evde benden başka biri olunca, düzenim şaştı, üşengeçliğim katlandı. Kendi rutinlerimi yapamadım, mesela sahilde yürüyemedim.
Aylak dediğin ha babam sofra kurup kaldırır, yemek pişirir, bulaşık yıkar, ortalık toplar mı yahu? O kadar da hizmetkâr bir bünye değilim ben. Ha ha! (Abicim sen sakın alınma, bacın yabani bu ara, kusuruna bakmayacaksın.) Aman zaten yemek dediğim de domatesli soğanlı makarna ile salçalı pattizli köfte. Üşenmeyip balık alsaydım hamsi buğulama filan yapardım. "Dışarıda yiyelim" diye tutturdu oğlan, alındım yani. Malzemeler bu kadarına elverdi esteban, gelme üstüme.
Televizyon gündüz kuşağı ise kör bıçakla bileklerimi kesme isteği uyandırıyor. Korkunç! Neyse ki NatGeo sayesinde kunduz, kurt belgeseli filan izliyorum.
Benden sonra çıkarılan arkadaşlara göre bir iş ilanı gördüm, arayıp haber verdim hemen. Daha kendime hayrım yok ama, bari arkadaşlara faydam dokunsun. Bizim işler böyle, olursa tanıdıkla olur. O kariyer sitelerinden bir cacık olur mu, sanmıyorum. Gelelim karşılaştırmaya...
Aylaklığın avantajları (övgüler):
- Boğaz'a, adalara gidebilmek için hafta sonunu beklemeye gerek yok.
- İnsan ve araç trafiğine mahkum olma derdi yok.
- Pazartesi sendromu yok.
- Sabah erken uyanma, kendini yataktan sökme derdi yok.
- Ofiste sıkılıp saatleri hatta dakikaları sayma derdi yok.
- "Ay şimdi evde olsaydım da kitap okusaydım, hava tam sinema havası" gibi şeylere hayıflanma derdi yok.
- Evdeki fazla giysilerle kitapları ayırma, ihtiyacı olanlara vermek için zaman var. (Enerji de olur bir ara)
Aylaklığın dezavantajları (sövgüler):
- "Paranı yok gibi harca" lafını dinleme derdi, "Tazminat ne zaman yatacak yahu?" endişesi var.
- Ne kadar süreceği bilinmeyen bu molanın belirsizliği, tedirginliği var. Yaşlı akrabaların, bazı arkadaşların "Ay, yazıık!" hayıflanmasına, "Yok ya, yorulmuştum zaten" bahanesiyle karşılık verme derdi var.
- Gündüz kuşağı programlarının; evlendirme, yemek yapma zorlamalarının korkunçluğuna dayanma derdi var. (En iyisi TV açmamak)
- İnsanlardan uzaklaşma; fazla gelen ve samimiyetsiz/gereksiz herkesten kurtulma, alınganlaşma derdi var.
- Hep aynı şeyleri yapıyormuş gibi rutinde boğulma derdi var. (Bu bir klasik, aylak değilken de dertti.)
Ve çalışmak köleleştirir. Evet.
25 Mart 2010 Perşembe
Ölüm de hayata dahil
Birini kaybettiğinde yerini dolduramıyorsun, herkes kendine özgü çünkü; biricik, tek... Ve o zamana kadar o kişiye söyleyemediğin her şey, aranızdaki artık doldurulması imkansız o koca boşlukta kayboluyor. Yitip gidiyor. Sen elinde pişmanlıklarla kalakalıyorsun. Bir de belki paylaşılan güzel şeyleri hatırlıyorsun. Ama hep bir eksiklik, hep bir burukluk. Artık o olmayacak. O'nunla olamayacaksın. O'nunla olduğun zamanki gibi hissedemeyeceksin. Bir anda bir eksiklik... O'nun hayatından çıkıp gitmesi. İstemeden de olsa seni bırakması...
Gidenle kalanın arasına giren ve her gün büyüyen boşluk... Her sözcüğün, söylenemeyenin, pişmanlığın, keşke'nin içinde kaybolduğu girdap...
Bir zamanlar sevgilimi kaybettiğimde aklımı kaçıracağımı sanmıştım. Hiç bu kadar genç bir insanı kaybetmemiştim o zamana dek. Uzun bir süre bunun şaka olduğunu sandım. O'nu üzdüğüm en ufak şeyler bile içimi yaktı o gittikten sonra. Dedemi kaybettiğimizde çok üzüldüm, o'nu çok severdim ve hayatımda gördüğüm tek cansız yüz o'nunkiydi. Pişman oldum bakmak istediğim için. O insanı öyle hatırlamak iyi bir fikir değil. Beyin neyse ki o görüntüyü, en dipteki çekmeceye sakladı. Rahmetli dedem, o tonton haliyle aklımda.
Küçükken bazen "Annemle babam ölecek, ben napacağım o zaman?" diye ağlardım. Hem de böyle Türk filmlerindeki gibi, yatağa yüzüstü kapanıp hıçkırarak. Abim sakinleştirirdi. Nereden aklıma gelmişse... Şimdi ise bu fikir tüylerimi ürpertiyor, hemen öteliyorum. Ama deli gibi de korkuyorum. İnsanoğlu öleceğini bilerek yaşayan tek canlı ama aklını kaçırmadan hayatı sürdürmesi acayip bir şey. Bile bile... Ve ne tuhaf ki, bu her an olabilir. O kadar da sıradan. Ölmeyen yok çünkü.
Bugün büyük teyzemin doğum günüydü, dün ise kız kardeşini toprağa vermiştik. Hayat tuhaf... Ve sırf keyfi biraz olsun yerine gelsin diye yaktığım mumu üflerken şunu diledi: "Ölmekten çok korkuyorum. Allahım beni çektirmeden al yanına, o karanlık yerde n'apacağımı bilemiyorum. Üşürüm ben orda." 75 yaşında. Bense böyle bir doğumgünü dileği duymamıştım hiç. İçim sızladı.
Yaşlanmak zor şey. Ölüme yaklaştığını bilerek yaşamak ve hatta ölümü beklemek de... Genç-yaşlı, sıralı-sırasız, hasta-sağlam... Hepsi acıtıyor.
Aylak bugün tatsız. Ama geçer. Hayat devam ediyor. Hep etmiş. Değil mi?
23 Mart 2010 Salı
Her Yerden Çok Uzakta (Ursula K. Le Guin)
"Very far away from anywhere else"/ Her Yerden Çok Uzakta. İncecik bir kitap, ama bir anda içine alıyor okuyanı. İki gencin birbirlerini, aşkı, kendilerini ve hayatı tanıma/bulma süreçleri... Böyle deyiverince olmuyor tabii, okumak lazım. Zaten 95 sayfacık, su gibi geçiyor.
"Önceden de oldu yüce anlarım.
Bir kez geceleyin parkta yürürken,
yağmur altında, güzün.
Bir kez çöl ortasında, yıldızlar altında,
ekseni üzerinde dönen
yeryuvarına döndüğüm gün.
Kimileyin düşünürken,
sadece düşünüp tartarken olan biteni.
Ama hep yalnız.
Kendi başıma.
Bu kez yalnız değildim.
Yüce dağ başında bir arkadaş vardı
yanımda.
Natalie.
Birşey yok "hiçbirşey" yok bundan üstün.
Ömrümce görmezsem de bir daha,
eh diyebilirim yine de:
Bir kez orada bulundum"
Kitaptaki erkek kahramanımız Owen, Natalie'ye aşık olmaya "karar verir". Mühim nokta bu.
"Tekrar güldü ve bana baktı. Sadece bir saniye. Ama baktı ve gördü. Kendisinin neye benzediğini görmek için bakmıyordu bana, benim neye benzediğimi görmek için bakıyordu. Benim için son derece sıra dışı bir şeydi bu..."
"Daha yıllarca yaşamam gerekiyor, bunu nasıl becereceğimi bilmiyorum."
" Korkuyorum, dedim.
Paltomun içine doğru, 'Neden?' diye sordu.
Yaşamaktan."
Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)
Sabahattin Ali... Faili meçhul bir cinayete kurban giden bu müthiş yazarın Türk edebiyatındaki yeri tartışılmaz. Kuyucaklı Yusuf'un yaratıcısının benim gözümde en büyük şaheseri ise başucu kitabım Kürk Mantolu Madonna. Kitapların altını çizme adetim pek olmasa da, bu kitabım altı çizili satırlarla dolu. 1942'de kaleme alınan bu roman mutlak yalnızlığı o kadar naif şekilde anlatır ki, insan üstüne daha fazla laf edemeyeceği satırların altını çizmekten fazlasını yapamaz hale gelir.
Sadece mutlak yalnızlık mı, kol kola gittiği aşkı da anlatır Sabahattin Ali bu romanında, hem de unutulmaz diyaloglarla ve şimdiki uyduruk dizilerin apartamadığı enfes aforizmalarla... Yeryüzünde hiç ummazken ruh eşini bulmayı ya da bulmuşken kaybetmeyi; çok güzel anlatır iki ucu keskin bıçağın nasıl sinsice kestiğini... Her okuyuşumda hem tat alırım hem de içimde bir yer burulur. Ama dedim ya, başucu kitabımdır diye; bıkmam sayfalarını çevirmekten, hiç bitmesin isterim. Böyle bir hayalgücü, böyle bir gözlem ve kalem kuvveti, hele ki böyle şahane tespitler ve karşımda ete-kemiğe bürünmüş karakterler az imrenilir şey değil.
Ruh eşi var mı? Bilmiyorum... Ama böylesine anlaşan ruhlar ve böyle samimi itiraflar, belki de anca romanlarda olur. İşte o romanlardan biri Kürk Mantolu Madonna. 1942 ve 2010... Aslında ne yalnızlıklar, ne de eksiklikler pek değişmemiş. İfade etmekte farklılık var belki, bir de tüketme hızında... Ama hâlâ hayal kurabiliyorsanız bu kitap insanı sarsar, yeni hayaller bile kurdurur belki de, sonra da bulutların üzerinden yavaşça yere indirir... Sarsar. Silkeler.
Birini tanımak/sevmek hem bu kadar kolay hem de zordur; bir insan aynı anda hem bu kadar şanslı hem de talihsiz olabilir. Karakter tahlilleri derindir. Maria Puder ile Raif Efendi'nin kainattaki teğet geçişlerini anlatır. Düş gibi başlar her şey, sakınarak... Aşkları hiç başlamaz mı yoksa hiç küllenmez mi?
İlk baskısı 1943 yılında yapılan kitabın bendeki baskısı 2003 tarihli. 60 yıl...
Maria Puder:
"Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..."
"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır..."
"Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."
"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."
Ve Raif Efendi:
"İkimiz de birer insan arıyoruz, kendi insanımızı... Eğer birbirimizde bunu bulursak harikulade bir şey olur... Asıl ehemmiyeti olan budur, öteki meseleler ikinci derecede kalır... Kadın, erkek münasebetlerine gelince, hiçbir zaman korktuğunuz cinsten bir insan olmadığıma emin olabilirsiniz. Gerçi başımdan geçmiş maceralarım yok, fakat kendim kadar hürmet etmediğim ve kendim kadar kuvvetli bulmadığım birini sevebileceğimi aklıma bile getirmedim."
"İçinde hakikaten sevmek kabilieti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inkisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok inssanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir."
"Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: 'Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki? ' demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: 'Bu beni anlamaz!' demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: 'İşte bu beni anlar! ' diyordum.."
"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Bunun böyle olmaması lazımdı.."
"Bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. Tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu Weber’in Oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. Az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. Maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun Weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı.
Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde 'Bu öyle olmayabilirdi!' düşüncesi yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."
Kariyer, iş-güç
Yanlış kararlar verdiğinizde, bumerang misali dönüp sizi vuran bir oka benzer kariyer. Ok, evet. Yanlış olmasın. Yer yer başına b harfinin geldiği durumlar da olmaz mı, olur.
Bazen mutlu olduğunuz işi yaparsınız; başarılı olduğunuzu hissettiğiniz, yükseldiğiniz bir yerde var olan sıkıntılara göğüs gerersiniz, çabalarsınız. Sabır ve cesaret önemlidir. Bazen de değişiklik isteyip başka bir şeyler denemek amacıyla farklı yollara girersiniz. Bazen, ah, işte kaşındığınız an bu andır! Eğer o farklı yollar, balçığa döküp sizi içine çekerse, zaman kaybedersiniz; boşa kürek çeker, yorulursunuz. Cesaretiniz kırılır.
Bir an önce ordan kurtulmanız gerekir. Çamura bulanmış camış gibi yatmamanız, alışkanlığın rehavetine kapılmayıp eğer size uygun değilse hemen kaçmanız şarttır. Yoksa tırmanmaya çalıştığınız yerler elinizden kayıp gider, bir bakarsınız; aynı yerdesiniz. Hatta belki daha da gerisinde. Mutsuz olursunuz.
Amacınızdan uzaklaşırsınız ve o kaybettiğiniz zamanda, ulaşmak istediğiniz, sizi mutlu edeceğini bildiğiniz meyvelerle dolu ağaç dallarının kendisinden çok uzaklaştığını gören bir bataklık maymunu gibi üzülürsünüz... Açıkta kalan poponuzun çamurla kaplanması fayda etmez. Puzzle'da bazı parçalar eksik kalmıştır. Sizinle aynı zamanda aynı dalda olan maymunların, çok yükseklere tırmanıp muz yiyerek size baktıklarını fark edersiniz.
Aylaktan fabllar...
Mutfakta geçen ömürler
Nedir mutfak, neresidir?
"Kadınlar için hem siper hem sığınaktır. Kimi kadınların morgudur aynı zamanda" diye tanımlanır Murathan Mungan tarafından. Bu söz, benim mutfağımda da asılıdır.
Bazen birçok şeyden kaçış yeri olabileceği düşünülür. Kapanılır buraya; çorbalar, etliler, zeytinyağlılarla düşünceler, sıkıntılar bir kapta pişirilir, kavrulur, tartılır, ölçülür, karıştırılır. Bazı dertler pembeleşinceye kadar kavrulur; bazı fedakarlıklar kulak memesi kıvamına gelinceye kadar yoğrulur... Bir kısmı da sonrası için biraz çiğ bırakılır. Tortulansın istenir. Keyifler bekletilir mesela, zeytinyağlılar gibi. Durdukça güzelleşsin, tadı yerine gelsin istenir. Ha bazı itiraflar da sıcağı sıcağına servis edilir ki börek gibi, sonra kuruyup soğuyunca bir şeye benzemez. Ya da hınç alırcasına bulaşık yıkanır, bardaklarla tabaklar öyle bir gıcırdatılır ki, istenir ki dertler tasalar da böyle köpüklerle yok olsun gitsin, içimiz ışıldasın, ferahlasın, yüreğimiz mis gibi olsun.
Siperdir... Patateslerle havuçları doğrarken bir yandan da "Neden öyle yaptım ki, e ama şöyle oldu, böyle oldu" düşünce balonları arasında takırdatılır bıçak tahtada. Yeni savunma planları hazırlatır o et doğrama tahtası. Tehlikelidir bazen.
Sığınaktır... Kaçabileceğiniz bir alan yaratır size. Ağlamak da şarkı söylemek de kolaydır bu alanda. Bahane de hazırdır: "Hayatım noldu?", "Hı, yok bir şey, soğan doğradım!" Kimse dinlemezse, anlamazsa, kabaklar var hayatım!
Morgdur... Orada geçer birçok kadının ömrü, orda noktalanır. Çoğu, kafası o ocağın/fırının içinden çıkmadan, tek görevi oymuşçasına geçirir yıllarını, bırakır hayatını orda. Dertlenir. Dertleşir. Kabak oyarken, soğan kavururken, domates doğrarken geçip gider ömrü. Hep pişirir, taşırır, kotarır... Ocak başından bir ayrılır ki, aa, hayat geçmiş, bir şeyler bitmiş. Taze gelinken girdiği daracık alanında, "Aman da dolapları şöyle olsun, tezgahı granit konsun, dur sen bulamazsın şimdi o tabağı ben vereyim" diye titizlendiği, elleriyle dizdiği kavanozlarıyla dolu özel alanındayken hayat geçmiş.
"Aman onu da yesin, bunu da içsin, güzel beslensin" dediği çocuklar büyümüş, yuvadan gitmiş; artık tencereler dolusu yemek yapacak kimse kalmamış. Porsiyonlar küçülmüş. Takdir gördüğü tek yerde, takdir edecek kimse kalmamış. Ne yani, bir "Eline sağlık" diyen yok mu şimdi, bir "Afiyet olsun, bir tabak daha koyayım mı?" diye sorulacak kimse?
"Sevdikleri tatlıdan yaptım, arasana çocukları","E işleri varmış, kim yiyecek şimdi hanım!", "Oğlum mantı yaptım, sen seversin. Akşama gelin"."Anne, biz kayağa gidiyorduk yaa!" Kocada desen kolesterol, şeker bilmem ne, "Aman hanım yağsız tuzsuz olsun"... Ee, bitti mi; bu kadar mıydı, mutfak robotu görevini tamamladı mı? Ömür biter, mutfak gitmez. Evin en önemli kısmıdır. Dedikodu yapılır, dertler tasalardan kaçılır, muhabbet edilir. Pişirmek, yedirmek, en birincil güdüyü gidermek; açlığı doyurmak... Kolay şey midir?
Ağır Ölüm (Pablo Neruda)
"Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar,
Her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler,
Giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler,
Tanımadıklarıyla konuşmayanlar.
Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar,
Beyaz üzerinde siyahı tercih edenler,
Gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren
Ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında
Onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine
'İ' harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler.
Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler,
Bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, Hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler.
Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar,
Müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar.
Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler,
Kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler,
Ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar,
Daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler,
Bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar,
Bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar.
Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden,
Anımsayalım her zaman: Yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.
Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına."
22 Mart 2010 Pazartesi
Savaş baltaları
Hayatta yanılarak, düşe kalka, kazık yiyerek öğreniyoruz birçok şeyi, ama en çok da bu yüzden yitiriyoruz içimizdeki iyiliklerin çoğunu. Güvenmeyi, iyi niyetli olmayı, paranoyaklaşmamayı, önyargısız olmayı, intikama kendini kaptırmamayı... İşte bunları kaybediyoruz güvenimizi kötüye kullananlar, düştükçe düşenler, ucuz hesapçılar yüzünden. Onlar yüzünden içimiz hınçla doluyor, onların yaptıkları yüzünden kendimizi/hakkımızı savunmaktan fazlasını yapıp intikam peşine düşüyoruz. Kötü bir öğrenme şekli bu kazık yemek. İyi, düzgün, sakin olmaya çalıştıkça salak zannedilmek sinirlendiriyor bizi. Sinirlendikçe de uykularımız kaçıyor, huzursuzluk içimizi kemiriyor. Bu kadar zor olmamalı. Bu kadar ucuz, bayağı...
İlla bir tümsek çıkacak değil mi, illa sınırlar/sinirler zorlanacak, sabırtaşı çatlayacak, kazık atmak için elden ne gelirse yapılacak. Sessizlik, efendilik, yol yordam bilmek enayilik sanılacak illa; 'ensesine vurursak lokmasıyla birlikte ümüğü de düşer' sanılacak. İntikam için cesaret istiyorsunuz, sabır yetmedi. Peki... Savaş baltaları çıksın madem. Gemiler yakılsın!
21 Mart 2010 Pazar
Ada sahillerinde bekliyorum
Bahar gelmiş şehrime, sahil cıvıl cıvıl. Adalar tıka basa. Netice itibariyle trafik de kilit. Hafta sonu da olunca, her yer insan ve araba seli. Benim acelem yok, yarın çıkarım yürüyüşe. Bana her gün pazar. Pazartesi sendromu da yok artık. Değil mi? Sahilde değişik insan tiplerine rastlamak mümkün. Yürüyüş yapmak isteyenler, bazı tavsiyeler isterseniz, naçizane sıralayayım.
Öncelikle rahat bir eşofman bulun, naylonlu giymemenizi öneririm. Hışırdar, terletir, yapışır. Pamuklu? Mis. Sahil yine de eser, üstünüze polar bir şey alın, hem polar hafiftir. Eldiven takanlara gülmeyin, ellerim morarınca anladım. Güneş gözlüğü şart, kırışırsınız, köstebek gibi bakar olursunuz yoksa. Kulağınızda walkman, diskman, i-pod, mp3 çalar, neyse artık... Hem çevredeki gereksiz sesleri/konuşmaları duymazsınız, hem de müzik ruhun gıdasıdır. Klasik müzikle tempolu yürümek pek mümkün olmuyor, ama rahatlatıyor, o başka. Birkaç gündür Placebo, Dave Matthews Band, Audioslave ile yürüdüm, randıman aldım. Çamaşır? Bakın bu önemli. En rahatı boxer. İz yaptı, araya kaçtı, yandaki adam popoma baktı derdi olmaz.
Kayalarda yatan kediler, güneşlenen köpekler, tenhada koklaşan çiftler, tekne dümenine konmuş kargalar, donla yüzen çocuklar görebilirsiniz. Onların yaptıklarını yapmaya kalkışmayın. Sonra gördüm ben o çocukları, sahilde ateş karşısında titriyor, ısınmaya çalışıyorlardı. Kaykaycılar göreceksiniz, çoğu pantolonu kıçından düşen çocuklar. İyi kayanını da görmedim henüz. "Gelip denesene" diye gaze getirmeye çalışıyorlar, duymazlıktan gelin. Bisiklet, kaykay, rollercoaster... Bunlardan uzak duruyoruz, yeniden bir tarafımızı kırmak istemiyorsak. Çoğu da acemi zaten, artizlik derdinde.
Basketbol topu saha dışına kaçan çocukların topunu verebiliriz, sakıncası yok. "N'olur bir üçlük atayım be" diye sırnaşmayın, efendi olun. Her gün aynı parkurda yürüyünce aynı tipleri görmeye, bir süre sonra gülümseyerek selamlaşmaya başlarsınız, normaldir. Gülümseyin siz de, öküzlük yapmayın. Az sosyal olun.
Yanınıza bozuk para alın, "Yandım, ölüyorum" deseniz bir su veren çıkmaz, kendi suyunuzu kendiniz alın. Yanınızda kâğıt mendil bulunsun, rüzgârdan burnunuz akar, valla haberiniz olmaz; gezersiniz öyle sümüklü sümüklü, iğrençliğin lüzumu yok. Bir de lipstick alın, rüzgâr ağzınızı dudağınızı çatlatıyor fena halde. Başka?
Kestaneciler, çekirdekçiler. Almayın! Pisboğazlığın lüzumu yok, iki kalori yaktınız şurda, hemen homini gırtlak olmayın. Arkanızdaki doğal sepete bakıp vazgeçin. Bir de sizinle yarışmaya, geçmeye çalışan tipler göreceksiniz, aldırmayın. Belli ki hırs yapmış, "Yazık" deyip geçin. Adamı değil, mevzuyu. Avrasya Maratonu'nda değilsiniz, sakin...
20 Mart 2010 Cumartesi
Para-zaman korelasyonu
Aylaklığın en özenilen yanı, bol bol zamana sahip olmak olarak algılanır. Mesela gezmeye zaman bulamayan insanlar için büyük bir fırsattır değil mi? Değil. Şöyle bir durum var. Bir Türk büyüğünün dediği gibi: "Para olunca zaman olmaz, zaman olunca para." Bu işler böyledir. Negatif korelasyon.
Deli gibi çalışırken oraya-buraya gitmeyi hayal eder insan. Uzaklaşmayı. En büyük ütopya, dünyayı gezmektir. Ama zaman bulamaz. Yıllık izinlere, herkesin üşüştüğü bayram tatillerine sıkıştırmak da istemez. Mesela şu an yine Prag'da ya da Berlin'de olabilmeyi isterdim. Ama neyle? Hem vize verirler mi işsizlere? Ya da hiç görmediğim bir yere gitmek isterdim. Floransa, Barselona, Granada, Lecce... ne bileyim.
Ama al işte, bolca zamanın var artık, gidebiliyor musun peki? Öyle inter-rail pişmanlığı gibi yapışır kulağının kenarına işte.
Gavurlardaki "gap year" uygulamasının bizde olmaması gerçekten kötü. Ne mi bu gap year esteban, açıklayayım.
Özetle kıskanılası, gıpta edilesi, imrenilesi bir şey. Birçok yabancı ülkedeki gencin CV'sinde önem verilen hatta olması beklenen bir uygulama. Ama bizdeki Türk usulü hayat, daha doğrusu zihniyet ve şartlar buna izin vermiyor ne yazık ki. Yani adamlar bizdeki gibi "Efenim ben liseyi bitirince haldır haldır üniversite sınavına hazırlandım, 3.5 saat ter döktüm, çişe gitmeye bile izin olmadığından yaz sıcağında poposuna bez bağlayanlar oldu, düşünün yani.
E sonra bir üniversiteye kapağı attım, 4 yılın sonunda master/doktora derken yana yakıla iş aradım, o bez bağlanan popomdan ter aktı affedersiniz. Sonunda zavallı popomu bir özel şirket koltuğuna yapıştırdım, oh çok şükür yareppim!" gibi bir yarışta/koşuşturmada olmadığı için; 1 yılı gezmeye, değişik kültürler tanıyıp hayatı öğrenmeye, kendini dinlemeye/tanımaya ayırabiliyor insanlar. Liseden sonra da olabilir bu süre, iş hayatına 1 yıl ara vererek de. Kendileri için bir mola yani.
Bizde ise hep deli dana gibi koştur ama hiçbir yere yetişeme, yaldır yaldır bir yerlere yetişmek için debelen. Anca bayram tatillerinde/gıdım yıllık izinlerinde gezebil, onda da güneye in en fazla, emekli olmadan uzun geziler hayal etme, haşa aylaklık da etme, efendi ol, hem ne o öyle bitli turistler gibi? Değil mi efendim? Neyine gerek 1 sene mola? Ne münasebet ayrıca, kır kıçını otur çalış, dünyayı gezmek, değişik kültürler görmek nene gerek, kültür mantarı yemek bile çok sana.
İş görüşmesinde şu diyaloglara da hazır ol:
* Hmm, n'aptınız bu bir yıllık boşlukta?
- Gezdim efendim, değişik kültürler tanıdım. Sonra...
* Niye ki?
- Ee kendime yatırım yaptım, görgümü artırdım. Hem...
* Öyle ayağı yanık kedi gibi boş boş gezdiniz, yaşıtlarınız kariyer yaparken?
- Tam olarak öyle değil aslında, şöyle açıklayayım...
* Cık cık
Aldın mı boyunun ölçüsünü esteban?
19 Mart 2010 Cuma
Bugün cuma enseyi kapa
Kalktım. Zorla. Ama aslında uyanamadım hâlâ. Bir sürü şey yapmam gerek ama hiçbir şey yapasım yok. Aslında bir şey yapma zorunluluğum da yok... Daha kahvaltı etmeyi bile başaramadım. Acıkmadığımdan değil, üşendiğimden. Her şeyi erteliyorum, her şeyi... Gece uyuyamadım. İnsanın kafası hep senaryolarla dolu galiba. "Şöyle deseydim, öyle yapsaydım..." Kavga edip durdum sanki birileriyle rüyamda, yoruldum.
Eskiden cumalar farklıydı. Şimdi her gün aynı, her gün pazar! Yok, pazarları sevmem. Hah, her gün cumartesi! Büyükada'ya gitsem üşenmesem de. Belki Coca Cola reklamındaki amca gibi bisiklete binmeyi de öğrenirim! Kim bilir... Dünkü yürüyüş dönüşü bahar dalı kopardım ağaçtan, koydum bir bardak suya. Küçücük çiçeğin kokusu bütün evi sarmış. Çok acayip.
18 Mart 2010 Perşembe
Acayip bir apartman vesselam
Yok bizim apartman böyle değil, ama olsa güzel olurdu hani...
Üst kattaki, sigara izmaritlerini balkonuma atıyor, bunu hep yapıyor. Karısı da gecenin 11 buçuğunda evi süpürüyor. Tamiratları hiç bitmedi. Sonunda bir gün balkonuma sarkan çamaşırlarını ucundan keseceğim, o olacak. Çarşaftan origami. Ya da halısıyla birlikte alacağım ablayı aşağı. Sayelerinde psikopatlaşıyorum mütemadiyen. Martılar desen ciyak ciyak, yatak odasının orda cama konuşlanmışlar, uyutmuyor gevezeler. Ama kıyamayız, o ayrı.
Geçen gün de yönetici "Girişteki kız uygunsuz şeyler yapıyor, herkes şikayetçi, evden attıracağız, imza ver." Yahu gördünüz mü? Yok. Duydunuz mu? Hayır. Ben de görmedim, o zaman siz atın imzayı. Kimsenin günahına giremem. Madem eminsiniz bu kadar, bana ihtiyacınız da yok. Değil mi efendim? Sizin de uygunsuz şeyler yapmadığınızı kim biliyor hem? Kavga-gürültü gırla. Birbirinizi yiyorsunuz.
Toplu taşımadan da toplu yaşamadan da nefret ediyorum bazen. Metrobüs toplu taşımadan, apartman toplu yaşamadan soğutuyor.
Demin kapı çaldı, sokak kedisi girmiş apartmana, ben mi almışım? Zaten geliyordu sesi zavallıcığın, maw maw... Yahu kedi bulsam sokağa bırakır mıyım? Cık. Eve kedi atmak için 4 takladayım. E sokak kedisiyse size ne, eğer Panter Emel değilseniz? Hadi kedim olsa da kaçsa, sonra paspasınıza işese, neyse.
İbrahim Tatlıses dinlemenizden de bıktım usandım. O kadar Birsen Tezer, The Doors, Placebo, olmadı The Veils, Vivaldi, Ben Harper dinletiyorum; yok, yine olmuyor. Bir cacık olmaz sizden.
Not: O değil de, bu psikopat çocukların rol aldığı filmler insanı geriyor yahu. TNT'de oynuyor şu an biri, "Ölüm Fısıltısı" diye çevrilmiş. Hah, "Whisper". "Lost"taki Sawyer ile "Prison Break"teki Sara oynuyor. Her yerde bir anda belirip gözlerinin akı dahil kararan bir velet, karanlıkta fısıldayıp duruyor. Vır vır konuşuyor ayrıca bilmiş şey. Bildiğin iblis! Bildiğin ama... Yanlış olmasın.
"Hayat ve anlamı" (Kaan Sezyum)
Kaan Sezyum, eşini kaybetti geçenlerde. Genç yaşta, beyin kanamasından... O'nu, eşini, Nursel'i Heybeliada'ya bıraktıktan sonra, aşağıdaki yazıyı yazdı.
Yazısı beni çok etkiledi açıkçası. Çünkü resmi çizilemeyen mutluluğu, bir insanda buluşunu çok güzel anlatmıştı. Süslemeden, olduğu gibi... Saçma sapan şeylerden bile zevk alarak yaşadığı o mutluluğu yitirdi sonra. Herkesin başına gelebilecek bir şey bu. Sevdiği insanı kaybetmek. Ki bazılarının kaybedecek bir şeyi bile olmuyor...
***
Üzülmemin sebeplerini düşündüm biraz. İnsan çok sevdiği birisini kaybedince (bence) birkaç şeyden dolayı üzülüyor. Ben artık onunla bi şeyler paylaşamayacak olmama üzüldüm. Kumda kendisini temizleyen bir serçe, suyun dibinden giden bi balık sürüsü gördüğümde artık gösterecek kimsem yok. Çok yalnızım. Ama arkadaşlar iyidir, beni yalnız bırakmıyorlar. Yalnız kaldığınız her an bi takım anılar çıt, çıt ya da güm güm şeklinde kafanızın içinde patlayıveriyor. Geceleri uyumak çok zor. İçki de içmediğimden, uyumak için alternatif tıbbın tüm bileşenlerini devreye sokuyorum.
Gözlerimi bilinçli olarak kapatmak istemediğimden yapılabilecek en sıradan şeyi yapıp TV’ye bakarken ekran karşısında sızıyorum. Sabah kalkış kısmı daha fena. Uyandıktan sonra yatak keyfi diye bir şey yok. Zaten yatakta keyif yapacak bi şey de yok. Sabahın köründe kargalarla birlikte oturup bok yemeye başlıyorum ben de. Ne yapalım, hiçbir şeyi değiştiremiyoruz ne de olsa. ‘Hayat devam ediyor’ filan diyorlar ama benim için aslında hayat pek devam etmiyor şu sıralar. Neyi devam etsin? Benim için hayat yeniden başlıyor şu anda sanırım. Hem de sıfırdan.
Sabahtan akşama çevremdeki birçok şeyde birlikte yaşadığım, eğlendiğim ve mutlu olduğum insanı görüyorum ister istemez. Neyse ki şimdi kendisini Heybeli’ye bıraktık. Bir süre sonra o da adanın bir parçası olacak, Heybeli’ye her gittiğimde belki de enseme konan bir sinek, topraktan çıkan bir çiçek, ağacın tekinde ekşi bi erik ya da peşimden gelen yavru bi kedi olacak. Şimdilik beklemekte yarar var. Hiçbir şey kaybolmuyor, bu da bir gerçek.
Hep çok şanslı olduğumu düşünürdüm. Hâlâ da düşünüyorum galiba. Hep istediğim işi yaptım, beni sıkan protokollere, ıvıra zıvıra bulaşmadım, zora gelmedim, her işim iyi gitti... Ama geçen haftaki bomba biraz fena patladı bende. Şu anda evrensel şans skalasında eksilere düştüm sanırım. Bundan sonrası yukarı çıkış olabilir sadece.
‘Küçük şeylerle mutlu olmayı bilmek lazım’ gibi zırvalar vardır ya, işte biz aynen o laflardaki gibiydik. Küçük ama mutlu bi hayatımız vardı. Dolaptan kestiğim bi parça kaşar peynirine sevinirdi. Susadığı zaman götürdüğüm bi bardak suyun yüzünde yarattığı mutluluğu görmeniz gerekirdi beni anlamanız için. Sabahları sağlıklı olalım diye tek bi aspirini içip “Şimdi mükemmel olduk” diye salak salak sevinirdik. Bahar geldiğinde balkonu çevreleyen ağaçların yaprakları yeşerip her yer yemyeşil olduğunda dünyanın en mutlu ikilisi olurduk. İnsan burnuna Çin yağı sürüp uyuyacak diye sevinir mi? Bazısı seviniyormuş, o da bana denk gelmiş. Şans işi işte.
Bir yandan da birbirimize hiç benzemezdik. Zevklerimiz çok farklıydı ama bana her zaman yeni bir şeyler gösterirdi. İnsan olmayı, çevremi sevmeyi Nursel’den öğreniyordum, daha da alacak çok dersim vardı. Krediler tamamlanmadan kaçtı gitti, bizim krediler de yandı badem oldu. Daha öğrenecek çok şeyim vardı.
Beni hayata bağlayan şeydi kendisi. O gidince iyice saçma sapan bir insan olacağım gibi hissediyorum. Bana kızacak, yaptıklarıma laf edecek ya da beni çekip çevirecek birisi yok şimdi. Dımdızlak kaldım evde, bir de kucağımda Tortor var, mal gibi salonda kanepede oturuyoruz, ağaçların gölgelerine bakıyoruz işte.
Durum böyle olunca hayatın da anlamını görmeye başlıyorum ağırdan. Hayatımızın anlamı anılarımızmış, onu fark ediyorum bi kez daha. Güneş doğuyor, güneş batıyor, haberlerde saçma sapan şeyler, iş yerindeki sıkıntılar, kişisel çekişmeler filan acayip fasa fisoymuş,
bi kere daha ayılıyorsunuz. Ama narkozdan hızlı çıkmak da bi kafa yapıyor. Anlamsızlık içinde buluyorum kendimi sık sık. Evinde oturan ve yaşadığı hayatın bomboş olduğunu gören bir emekli gibiyim. Tek farkım çok güzel yaşadım, geçen haftaya kadar da kazasız belasız geldiydik. Naapalım, piyango bu sefer bana çıktı, yarın başkasına çıkacak, sonraki gün de bir başkasına. Çekiliş hep devam edecek.
Bi fotoğraf filan koymak istiyordum ama hiçbir şeye bakamıyorum. Zaten tüm fotoğraflar benim aklımda. Zamanla çıt çıt açılıyorlar. Şimdi onlara bakmak için çok erken.
Karşılaşmalar, eşyalar ve yerler en fenası. Ama her şey ilk seferinde çok acıtıyor insanın içini. Aynı yerden ikinci geçişinizde sadece içinizde bi sıcaklık kalıyor. Bakalım ne olacak? Hayatımın en büyük darbesinden sonra ne kadar sıcak beni kurtaracak bilemiyorum. Yalnızlık sıcak bi şey değil, onu çok iyi biliyorum.
Geçen hafta tam da şu satırları yazdığım sırada yanımdan gitti, artık yok. Yani var ama, yok. Üzücü ama gerçek, ne yapalım?
Şimdi arkadaşlarla daha fazla zaman geçirilecek, onlarla da güzel anlar paylaşılacak, mutlu yaşamaya devam edilecek. Mutlu olmaktan başka yapacak bir şey yok. Yani var ama, yok."
Ek olarak bu da okunmalı.
"Her Şeyin Sonundayım" (T. Özlü-F. Edgü)
Tezer Özlü'yü severim. O'nu ilk 'keşfettiğim' zamanı ve nasıl heyecanlandığımı hatırlıyorum. Çoğu kitabını okudum. Defalarca. O'nun sevdiği yazar Cesare Pavese'yi de okudum sonra. Sonra, sevdiği Prag'a gittim. Tuhaf bir takipti, zaten istedim bunları, ama sanki sürüklendim de... Pavese'nin intihar ettiği otel odasına sürüklenen Tezer Özlü gibi... "Yaşamın Ucuna Yolculuk" kitabının adının önce "Bir İntiharın İzinde" olduğunu ve sonraki adını Ferit Edgü'nün önerdiğini bilmiyordum. Öğrendim. Bence çok daha incelikli ve naif bir isim bu.
Edebiyat hep bir yolculuk Tezer Özlü için... Sadece yolun kendisi için çıkılmış bir yolculuk... Başı-sonu düşünülmeyen... Abisi, yazar Demir Özlü sayesinde hep görüp kokladığı bir şey. Yakın dostu Edgü ile mektuplaşmalarında, biraz daha yakından tanıyorum sanki onu, bir insan ne kadar 'tanınabilirse' artık. Sanki usul usul sokuluyorum satır aralarına... Edebiyat ile hayat arasındaki sınırlarına, sırlarına biraz daha yaklaşıyorum. Onun için aklın ve deliliğin sınırları, hep edebiyatta gizli. Acısı, kırılganlığı, duyarlılığı hep orada. Ferit Edgü ile dostlukları ise çok özel, değerli. Güven, paylaşım, vefa ve sevgi dolu...
Kitaptan:
"Öyle bir aşk yaşamışsındır ki, 'Bir daha artık böylesini yaşayamam' dersin. Sonra bir gün, bir rastlantı, yeniden aynı heyecan, aynı coşku, aynı yoğunlukta yaşanan anlar... İnanamazsın. Bir düşteyim sanırsın. Kitaplar da benim için öyledir. Eski aşklara dönemezsin, ama eski kitaplara dönebilirsin. Bu nedenle de yıllar var ki, gene eski aşklarımı okuyorum. Dostoyevski'yi, Kafka'yı, Rimbaud'yu..."
"Odanın içinde geziniyorum. Bazı bazı burada gezinmem gerekiyor. Resimlere, duvarlara, kendi resmime bakıyoum. Hep Bach'ın süitlerinin ilk kısmını dinliyorum. Hiç yemek yemedim bugün. Öyle sanıyorum ki artık hiç yemek yemeyeceğim.Uyumayacağım. Çünkü uyuyan ve yemek yiyen ben değilim. Ben beni bunaltıyor. Ben'in yazdığı bu satırlar canımı sıkıyor benim."
Bazen benim de canımı sıkıyor bu ben. Ben, bunaltıyor beni...
Kitapla ilgili hoş bir yazı için.
Yürü ya aylak!
Bugün hava açık, güneşli... Dışarısı cazip. Dün böyle kapalııı, kasvetliii ve soğuktu. Sevimsizdi. Hava durumu kesinlikle psikolojik durumumda etkili bir unsur. İşte açıklıyorum, psikoloji ve meteoroloji arasındaki derin ilişki! Çıkasım yok ama evde oturdukça da oturası geliyor insanın. Cık, olmaz. Dışarı çıkıp sahilde yürüyeyim. Evet evet, yapayım bunu.
Bana iyi geliyor: Yürümek, düşünmek, müzik dinlemek. Üçü bir arada. Bugün "The 'Hamak' Project"i başlatmaya karar verdim. Yürürken önemli kararlar alabiliyor insan, valla...
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm... Sahilde sadece kediler, köpekler, kuşlar ve aylaklar vardı bu saatte. 3 k 1 a.
Dönüşte 2 kitap aldım. "Her Şeyin Sonundayım" Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları ve Fatih Özgüven'in "Hep Yazmak İsteyenlerin Hikâyeleri".
İleriki zamanlarda bu iki kitaba değineceğim sevgili okur...
17 Mart 2010 Çarşamba
Bahar gelsin dilek'çesi
Cemrelerin düşmesini, baharın gelmesini, güneşin yüzünü göstermesini bekliyorum.
Üşümeden sahilde yürümeyi, sokaklarda aylaklık edebilmeyi, denizde taş sektirmeyi bekliyorum.
Çiçekler açsın, bulutların arasından güneş görünsün, rüzgâr saçımı havalandırsın ama üşütmesin; sonra yıldızlar parlasın, dolunay çıksın istiyorum...
Çok şey mi istiyorum esteban?
Hayat ve çalışmak
"Aylak Adam"dan...
Yavaşlayan zamana dair
Zaman sıvı olmuş diyelim, civaya dönüşür bazen. Ağırlaşır, yavaşlar... Kişinin içindeki akışkanlar da durur sanki... Kanı daha ağır akar, düşünceleri durağanlaşır. Saksı gibi oturur oturduğu yerde. Dış kabuk daha da kalınlaşır. Tüm kapılar kapanır, bir noktaya sabitlenir. Nereye kaçılır, sığınağa...
Bu aylaklığın da bir üniforması vardır: Mor peluş sabahlık, kırmızı Snoopy'li pijama ve arada okumak için takılan kırmızı kemik gözlük çerçevesi... Kapıyı sadece, yemek söylenen yerlerin adamları çalar. Evla...
Zaman yavaşlar, akmaz da durur sanki. Hem konuşmak istenir, hem susmak. Ama çokça da susmak... Artık eski muhabbetleri sürdürmekte zorlanılır, herkesin işi-gücü vardır, meşguliyetleri... Konuşulan dil bile değişmiştir sanki. Sense... işsizsindir evet, söyle rahatça, çekinme!
Mevzunun acıtmasından değildir bu, alışamamaktandır. Zaman aleyhe işliyordur sanki. Birsen'in şarkısında dediği gibi, sesler ve renkler bile değişir. Konuşmaya konuşmaya, insan kendi sesine yabancılaşır. Böyle metalik bir sese dönüşür sanki. Başka bir yerden geliyor gibi...
Ama geçecektir, enseyi karartmamak lazım gelir :)
Aylaklık üzerine birkaç kelam
Hayatta alışkanlıklar yönetiyor insanı. Adaptasyon, mühim şey... Hayatta kalma nedeni. İş'inden olunca da ilk bu sarsıyor bünyeyi, "E ben şimdi ne yapacağım?!" sorusu. Ne de olsa her sabah erken kalkmaya programlanmıştır beden. Pek sevilmese de işe gidilir, akşam da çıkılır, eve gelinir ya da arada arkadaşlarla buluşulur vs... Hayat böyle bir sarkaçta gider gelir, iş-ev, arada dışarısı...
Çalışmak böyle bir şey işte, rutin. Ama bir gün o da bitince, işinden de olunca; aslında bunun hayatının ne kadar büyük kısmını kapladığını fark edip boşluğa düşer insan. Rutin kırılmıştır çünkü. Bir anda bir sürü zaman birikmiştir cepte, işle ise patronların sevdiği deyimle "yollar ayrılmıştır". İş değil, işteki arkadaşlar özlenir zaten. Ha bir de maaş tabii. İşsizlik bu açıdan sarsar, e peki para n'olacak? İşsizlik kötü, aylaklık güzeldir vesselam. Yaman çelişki.
Bende de böyle oldu, önce şaşkınlık. Kalakaldım. Ne yapacaktım ben şimdi evde? Nasıl geçecekti zaman? Ne zaman iş bulabilecektim bir daha? Ne kadar uzun sürecek bir molaydı bu? Sorular, belirsizlikler, endişeler...
Ama buna da alışılıyor, bir süre "öylece" durduktan sonra yavaş yavaş kendine geliyor insan. Dışarı çıkmaya, yapamadıklarına zaman ayırmaya başlıyor. Film, kitap, müzik; okumak, yazmak, izlemek, dinlemek... Hayat devam ediyor.
İşte aylak oluşumun 12. gününde bu blogu açışım bundandır. Sait Faik'in dediği gibi "Yazmasam çıldırabilirdim" durumundandır.
"Aylak Adam"ı da severim, o ayrı :)