23 Mart 2010 Salı

Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)



















Sabahattin Ali... Faili meçhul bir cinayete kurban giden bu müthiş yazarın Türk edebiyatındaki yeri tartışılmaz. Kuyucaklı Yusuf'un yaratıcısının benim gözümde en büyük şaheseri ise başucu kitabım Kürk Mantolu Madonna. Kitapların altını çizme adetim pek olmasa da, bu kitabım altı çizili satırlarla dolu. 1942'de kaleme alınan bu roman mutlak yalnızlığı o kadar naif şekilde anlatır ki, insan üstüne daha fazla laf edemeyeceği satırların altını çizmekten fazlasını yapamaz hale gelir.

Sadece mutlak yalnızlık mı, kol kola gittiği aşkı da anlatır Sabahattin Ali bu romanında, hem de unutulmaz diyaloglarla ve şimdiki uyduruk dizilerin apartamadığı enfes aforizmalarla... Yeryüzünde hiç ummazken ruh eşini bulmayı ya da bulmuşken kaybetmeyi; çok güzel anlatır iki ucu keskin bıçağın nasıl sinsice kestiğini... Her okuyuşumda hem tat alırım hem de içimde bir yer burulur. Ama dedim ya, başucu kitabımdır diye; bıkmam sayfalarını çevirmekten, hiç bitmesin isterim. Böyle bir hayalgücü, böyle bir gözlem ve kalem kuvveti, hele ki böyle şahane tespitler ve karşımda ete-kemiğe bürünmüş karakterler az imrenilir şey değil.

Ruh eşi var mı? Bilmiyorum... Ama böylesine anlaşan ruhlar ve böyle samimi itiraflar, belki de anca romanlarda olur. İşte o romanlardan biri Kürk Mantolu Madonna. 1942 ve 2010... Aslında ne yalnızlıklar, ne de eksiklikler pek değişmemiş. İfade etmekte farklılık var belki, bir de tüketme hızında... Ama hâlâ hayal kurabiliyorsanız bu kitap insanı sarsar, yeni hayaller bile kurdurur belki de, sonra da bulutların üzerinden yavaşça yere indirir... Sarsar. Silkeler.

Birini tanımak/sevmek hem bu kadar kolay hem de zordur; bir insan aynı anda hem bu kadar şanslı hem de talihsiz olabilir. Karakter tahlilleri derindir. Maria Puder ile Raif Efendi'nin kainattaki teğet geçişlerini anlatır. Düş gibi başlar her şey, sakınarak... Aşkları hiç başlamaz mı yoksa hiç küllenmez mi?

İlk baskısı 1943 yılında yapılan kitabın bendeki baskısı 2003 tarihli. 60 yıl...

Maria Puder:

"Anlıyorum, anlıyorum... Tamamen yalnızım... Ama Berlin'de değil... Bütün dünyada yalnızım... Küçükten beri..."

"Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul eder, ortada ne hayal sukutu, ne inkisar kalır..."

"Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum. Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum..."

Ve Raif Efendi:

"İkimiz de birer insan arıyoruz, kendi insanımızı... Eğer birbirimizde bunu bulursak harikulade bir şey olur... Asıl ehemmiyeti olan budur, öteki meseleler ikinci derecede kalır... Kadın, erkek münasebetlerine gelince, hiçbir zaman korktuğunuz cinsten bir insan olmadığıma emin olabilirsiniz. Gerçi başımdan geçmiş maceralarım yok, fakat kendim kadar hürmet etmediğim ve kendim kadar kuvvetli bulmadığım birini sevebileceğimi aklıma bile getirmedim."

"İçinde hakikaten sevmek kabilieti olan bir insan hiçbir zaman bu sevgiyi bir kişiye inkisar ettiremez ve kimseden de böyle yapmasını bekleyemez. Ne kadar çok inssanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir."

"Bütün çekingenliklerim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı... Bunların, bütün ömrümce konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş, zihnimden geçen her şey için: 'Adam sen de, söyleyip de ne olacak sanki? ' demiştim. Eskiden her insan hakkında, hiçbir esasa dayanmadan, sırf mukavemet edilmez bir hissin, bir peşin hükmün tesiriyle nasıl: 'Bu beni anlamaz!' demişsem, bu sefer bu kadın için, gene hiçbir esasa dayanmadan, fakat o yanılmaz ilk hisse tabi olarak: 'İşte bu beni anlar! ' diyordum.."

"Bir kadının bize her şeyini verdiğini zannettiğimiz anda onun hakikatte bize hiçbir şey vermiş olmadığını görmek, bize en yakın olduğunu sandığımız sırada bizden, bütün mesafelerin ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu kabule mecbur olmak acı bir şey. Bunun böyle olmaması lazımdı.."

"Bir akşam eve dönerken mahallenin bakkalına uğramış, öteberi almıştım. Tam kapıdan çıkacağım sırada, karşı evin bir odasında kira ile oturan bekarın radyosu Weber’in Oberon operası uvertürünü çalmaya başladı. Az daha elimdeki paketleri yere düşürecektim. Maria ile beraber gittiğimiz birkaç operadan biri de buydu ve onun Weber’e hususi bir muhabbeti olduğunu biliyordum; yolda hep onun uvertürünü ıslıkla çalardı.

Kendisinden daha dün ayrılmış gibi taze bir hasret duydum. Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde 'Bu öyle olmayabilirdi!' düşüncesi yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır."


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder