24 Şubat 2011 Perşembe

Gezsem, görsem, yesem



Yukarıdaki Prag fotoğrafını görünce şurada, yollara düşmeyi ne kadar özlediğimi fark ettim. Prag'a da pek tesadüfi şekilde gitmiş, çok da beğenmiştim. Nefes almak için yapmayı sevdiğim iki şeyden biri yazmak, biri yola düşmek. İkincisine pek fırsat olmadı ne zamandır. Özledim.

Yazmanın uzantısı olarak mektupları, renkli defterleri, dolmakalemleri, kalem kutuları, daktiloları da çok severim. Gezmek insana harita, pusula ya da bavulu çağrıştırsa da, harita okumayı pek becerebildiğim söylenemez. Seyahat, belki kartpostal olabilir benim için. 1-2 satır da olsa sevdiklere yazıp gönderilen… Belki sizin dönüşünüzden sonra ulaşacak ona, olsun.



Seyahatte yapılan edilen şeylerin, gidilen yerlerin minik anıları, kırpıntıları biriktirilir sonra. Küçük küçük hatıralar, hediyeler... Açıp baktıkça oralara götürür yeniden. Bir de renkli buzdolabı magnet’leri çağrıştırır seyahati belki. Bazen buzdolabı kapağına bakmak bile gezme isteğini körükler. Abartanı da çok, o ayrı.

Bilmediğin ve yeni adım attığın bir yerde geçirdiğin ilk anlar, gördüğün ama hiç tanımadığın insanlarla sohbet etmek; tadının nasıl olacağını bilmeden tattığın bir yemeğin ilk lokması gibi heyecanlı. Sürprizli. Dilin üzerinde pıtırdayan patlayan şeker gibi. Nereye gitmeli? Neyle gitmeli? Tren? Tramvay? En güzeli yürümek. Peki nereleri gezmeli? Planlı gezmektense sokaklarında kaybolmalı… Şu köşedeki küçük kafede oturup güzel bir şeyler yiyip bir kahve içmeli belki. Sokağın ucundaki minik kitapçı dükkanını karıştırmalı. Sonra belki güzel bir müze? Kenarda köşede kalmış minik yerleri keşfetmeli… Evet, yola düşme vakti. Gelmiş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder