31 Ekim 2011 Pazartesi

Hatırla...




Novartis'in bir ilacı için hazırladığı "Yansımalar" reklam kampanyasından...

Zamanında medikal bir ajansta reklam yazarıyken ben, bu ilacın kampanyasını çalışmıştık. Azheimer'dan muzdarip ve de ilacını almayı unutan yaşlı hastalara hap yutturmak/şurup içirmek yerine, çaktırmadan flasterle ilacı deriden vermekti amaç. Böylece ilaç almayı unutmuyorlardı, çünkü hemşire/refakatçi aslında onlara çaktırmadan ilacı yapıştırıveriyordu. İlacın adını hatırladım ama reklama girer, yazmayayım şimdi. Malum, AİFD kuralları...

Tümünü görmek için tıklayınız.

Read your bookcase

Eğlenceli kitaplık. Şurdan aparttım. E ama insan bunu doldurmak istemez ki...

Before I die...

Belki de şuradaki gibi bir liste yapıp karşısına geçip "Vay be!" demeli, sonra da gerçekleştirmek için uğraşmalı...  Güzel fikir, sevdim.

Kendine saklamamalı elbette bunu, kamuya açmalı; heerkesle paylaşmalı. Güzel şeyler çıkacağına şüphe yok.

The end of the world

Daha önce bahsetmiş miydim, hatırlamıyorum. Sevdiğim filmlerden biri de "Girl Interrupted". 



Angelina Jolie'nin "Girl Interrupted" filmindeki performansının takdire şayan olduğunu düşünüyorum hala. Gerçekten iyi bir deliydi. Arada sırada izlemek istediğim filmlerden. Müzikleri nefis filmlerden biri aynı zamanda.

Hatta "Girl Interrupted" filminin müziklerindeki bir şarkı ("The End of the World"-Skeeter Davis), pazar günümüzü şenlendiren "The Boat That Rocked" filminin soundtrack'inde de var. Hüzünlü bir şarkı... Sevdiğim iki filmde de olması dikkatimi çekti.

Tesadüf bu ki, iki film de 1967'de geçiyor. O yıllarda yaşayasım var. Israrla...

Ateşiniz var mı?

Kibrit kirpi için kaynak...

30 Ekim 2011 Pazar

Lö hamarat dö la pazar

Pazar günleri, eskiden beri sabittir. Klasik. Güzel bir kahvaltı yap, ödevlerini bitir, banyo yap, çamaşır yıka-as... Ödev yapma kısmı hariç, gerisi aynı. Ama ders olmadığından kelli, gazeteleri oku, DVD izle, yay da bunlara eklendi. Oğlanlar desen, her daim yayıyor...




Bugün bey, zeytinyağlı fasulye ile patlıcan musakka yaparken, ben de sebzelikteki kabakları n'apsam diye düşündüm. Türlü yapmak için fazlaydı tüm malzeme. Ayrı ayrı değerlendirmeye karar verdik. Sonra dedim ki, fırında tavuklu kabak graten yapayım. Kabak kayığı ismi daha münasip bana kalırsa.

Malzemeler internette bulduğum tariften farklı, kafama göre uydurdum. Evet... 5 kabağı alınız, boylamasına ikiye kesip çekirdeklerini çay kaşığıyla oyup çıkarınız. Bunları, yarısına kadar su doldurduğunuz yayvan bir tencereye alıp ağzı kapalı halde bir taşım kaynatınız, kapağı açıp biraz daha haşlayınız. Ama abartmadan. Yoksa dağılırlar. 

Kabakların suyunu süzdürüp soğuk suda yıkadıktan sonra kurulayıp borcama diziniz. İçi için 250-300 gram tavuk göğsünü küçük küçük kesip (kuşbaşından da küçük) büyükçe bir soğan, bir domatesle beraber sote ediniz. Soğan ve domatesler de küçük küçük olmalı. Ben bu karışımın içine azıcık domates püresi,  fesleğen, kekik, taze soğan, köri ve kimyon da ekledim. Biraz da sarımsak tozu. 

Sonra bu pişmiş harcı kabakların ortasına yerleştirip üstüne de İzmir tulumu rendeleyip fırına sürdüm. 150 derecede pişirdim. Dakika sormayınız, arada bakın, üstü kızarınca almanız yeterli. Beşamel sos da ekleyin diyordu tarifte ama gerenk yok, ağır olur diye eklemedim. Kaşar ve parmesan da olabilir. Ben tulum sevdiğimden onu tercih ettim. (Allahım ben de Ümit Usta'lık ettim ya, dur bakalım...) Afiyet olsun!
 

Haşlanan oyuk kabaklar   





 
Sote olan tavuk, soğan, domates ve baharat karışımı
Harçla doldurulmuş kabaklar



İzmir tulumu rendelenmiş kabaklar ,

Vee sonuç...

Pazar kurabiyesi ve Pirate Radio

Pazar günleri güzeldir... Geç kalkarsın, bir bakarsın ki saatler 1 saat geri alınmış. Uu, bir saatimiz daha var bir sürü şey için. Mutfaktan kahvaltı hazırlıklarının sesleri geliyor, oğlanlar etrafta koşuşturup duruyor, ben de bunları yazıyorum.

Televizyonda "Rock'n Roll Teknesi" (The boat that rocked/Pirate Radio) diye güzel bir film var, müzikleri güzel, elbiseler güzel; 60'larda geçiyor. Tekneden korsan yayın yapan, dünyanın en eğlenceli ve çatlak radyosu ile mürettebatı. 



O yıllarda yaşasaydım eğer, yaşadığımız şu dönemdeki birçok şeyi beğenmemek için ciddi sebeplerim olurdu. O  zamanlar her şey daha canlı ve gerçekmiş işte, kabul edelim. Rock'n roll ve isyankar ruhu, kesinlikle 60'lara yakışıyor. Güzel yıllar... Filmde, aşık olduğu kızı arkadaşına kaptıran oğlana süt ve kurabiye getirdi diğer arkadaşları. Demek ki cidden iyileştirici etkisi var bu ikilinin. 



Yaşasın kurabiye! Dün akşam misafirlerimiz vardı. Bir sürü kurabiye almıştım. Kalanını bugün sütlü kahve ile tüketmek niyetindeyim. İsteyen olursa haber etmesi yeterli :)


Rock'n Roll Teknesi / Pirate Radio SinemaTV'de! SinemaTV

28 Ekim 2011 Cuma

Ne faşizm, ne de şuursuzluk doğal afettir

Bazen, tam da demek istediklerimi diyen yazılar görünce, aynen aktarmak istiyorum.

Banksy

İşte bunun gibi...

"Kriz anları, normal hallerde daha kolay perdelenebilecek arazları nasıl da su yüzüne çıkarıyor. Kriz anlarında, hakikat nasıl da kendini üçe katlayarak suratımızda patlıyor.
Van’ın yaşadığı depremle, çok uzaklardaki bir sürü kolon ve kiriş de sallandı durduğu yerde. Şaşırdık mı emin değilim? Şimdiye dek Kürt bölgelerinde yaşanan depremler sonrasında, geciken yardımı protesto etmek isteyenler kaç defa biber gazı yedi bu ülkede! Canı yanmış, canlarını enkazlar altında bırakmış, evi yurdu kalmamış insanlar, her şeyin üzerine biber gazı da yediler, sadece Kürt oldukları için bunu hak ettiklerini de duydular birilerinden. Faşizm bir doğal afet değil.

‘Öfkelerinde boğulsunlar’
Van’a yollanan paketler içinden taş, sopa ve bayrak çıktığını duyduğumda önce inanamadım, inanmak istemedim. Bir yandan ortalıktaki bilgi ve duyum enflasyonu içinde bunun sadece manipülasyon amacıyla türetilmiş olabileceği ihtimalini hatırlattım kendime. Ta ki Van merkezli Mavi Göl Kadın Derneği’nden Suna Şahin’le konuşana kadar. Suna Abla, bir ayakkabı fabrikasından işçi emeklisi. 2007’de yedi arkadaş bir araya gelip bu derneği kurdular. Yoğun göç alan şehirde, bunun acısını en fazla çeken kadınlara hukuk, sağlık, dil, toplumsal cinsiyet üzerine eğitimler vermeye başladılar. Kursları gerçekten çok kadının hayatını değiştirdi.
İşte şimdi dışarıda, çadırsız, altıncı katında yaşadığı bina oturulamaz durumda. Dernek binası da hasarlı. PTT’yle gelen paketlerde arkadaşları bizzat görmüş sözü edilen çakıl taşlarını, tahta parçalarını. “Bayrak yollasınlar, sonuçta bizim de bayrağımızdır. Onu mesele etmeyiz. Ama taş nedir?” diye soruyor. Cevap vermek zor.

“Sanıyorlar ki Yozgat’ta deprem olsa biz gitmeyeceğiz koşarak. Kürt çocukları taş atıyorsa tepkilerini başka hiçbir biçimde gösteremediklerindendir. Bir afette, böyle bir zamanda aklına böyle bir şey yapmak gelenler öfkelerinde boğulsun istiyorum” diyor.

Herkes söylüyor, temel mesele çadır. Suna Abla, kendi yaptıkları, yanları açık, çadırımsı bir tentenin altında sabahlıyor. Bir gram uyku yok. Kaybettiği yakınları için merkezden Erciş’e gitmiş de insanların taziyeleri kabul etmek için bile sığınabilecekleri bir çadır olmadığını anlatıyor.

Depremzedeye mayo
Bir de kaş derken göz çıkaran, Van’a giden yardım kolilerine parmakarası terlik, mini etek, mayo, hatta taşlı, pullu payetli tuvalet yollayan var. Buna da baştan inanamamıştım. Ama İstanbul’da paketleyen ekiplerden şahitler belgelemiş bile. Bir de kirli battaniyelerini, kokan kazaklarını paketleyenler mevcut utanmadan. Kışlıkları çıkarırken eskileri ayırıyor yani, ev temizlensin istiyor...

Bu da başka bir orta sınıf arazı işte. Yardım onlar için dikey bir faaliyettir. Yüce gönüllerinden ‘aşağı’ doğru iner. Artık sahip olmak istemedikleriyle ‘yardım’ ederler ancak. Deprem bölgesine abiye tuvalet yahut mayo yollamak, en terbiyeli biçimde ‘şuursuzluk’ olarak tarif edilebilir.

Suna Abla benim kadar sert değil. “Yine de yardım etmek istemiş işte. Demek Doğu’yu hayatında görmemiş. Zaten bu bölünmeler de bu yüzden oluyor. Çoğumuz çorapla, pijamayla kaldık. Tuvalet yolluyorlar ama bizim şu an girecek tuvaletimiz yok. Onu bilseler iyi olurdu.”
Orta sınıf şuursuzluğu da bir doğal afet değil."

27 Ekim 2011 Perşembe

Bir dizi, bin ah

Haberleri izliyoruz, gazeteleri okuyoruz. İçimiz sızlıyor, üzülüyoruz. Sonra? Elimize geçen en büyük torbaya/kutuya/çantaya oradaki insanları sıcak tutacak ne varsa dolduruyoruz: Bere, atkı, çorap, polar, eldiven, polar battaniye, bot, hatta ısıtır diye termofor... Diyorlar ki "Göndermeyin boşuna, ulaşmaz." E ama ben gönderirim, ulaşıp ulaşmaması aradakilerin vicdanına kalmış. Ötesine bir şey yapamam. Keşke gidip kendi ellerimle teslim edebilsem... Ağzının kenarıyla "Ulaşmaz" deyip hiçbir şey yapmadan oturmak mı evla? Aklıma, poşetin içine bir not koymak geliyor, ama aceleden unutuyorum. Dilerim yerini bulur, dilerim ihtiyacı olan birilerini ısıtır... "Geçmiş olsun" demek istiyorum, dilerim geçer...

Dün akşam House izliyordum. Enkaz altında geçen bir bölüm vardı, dehşetle izledim. 6. sezon, 13. bölüm. Acayip bir sezon finali doğrusu. Bir vinç devrilmiş, altında yaralı birinin olduğunu fark ediyor House. Kimse ona inanmasa da, inat edip iniyor enkaz altına. Ve bir kadın yakalıyor bastonunu. Siyahi bir kadın, yaralı. Adı Hanna. 

House, kadının yanında kalıyor, onu teselli etmek için. Çünkü kadının konuşacak, yanında kalacak birilerine ihtiyacı var. Dua etmek istiyor kadın. House Tanrı'ya inanmadığını söylüyor. Kadının cevabı: "Ben de". Bir ara kadın diyor ki: "Hep iyi şeyler yaparsam, iyi bir insan olursam; başıma iyi şeyler gelir diye düşünürdüm." Ama ne yazık ki böyle bir şey değil hayat. 

Kocasının doğum günüymüş meğer o gün, kadın da ona hediye olarak bir tatil fotoğraflarını çerçeveletmek üzere dükkana geliyor ve her şey bir anda çöküyor. House'la konuşurken cep telefonunu istiyor ve kocasını arayıp özür diliyor: "Doğumgününü mahvettim, üzgünüm..." Halbuki iyileşmesi, iyi ve yanında olması; kocası için en büyük hediye... 

Bütün çabalara rağmen bacağı kesilmesi gereken Hanna'nın tercihi ısrarla bacağını kaybetmemekten yana. Kocasının bacağını çok sevdiğini, kesilmesinin kocasını üzeceğini düşünüyor çünkü. Cuddy bacağının kesilmesinden yanayken, House kendi bacağına olanların onunkine de olmasını istemiyor.


Sonunda mı? Kadını kurtarmak için bacağını kesmek zorunda kalıyor House. Bacak mı kadın mı derken, House kadını kurtarmayı seçip bacağı kesiyor. Hem de enkaz altında. Hem de uyuşturma şansı olmadan! Kadın ambulansa bindirilirken kocasından özür diliyor bir kez daha: "Bacaklarımı severdin, ama artık biri yok." Sonu ise kötü... Ne yazık ki, ne bacak kalıyor ne de kadın kurtuluyor... House'un tüm müdahalesine rağmen hem de. (House ve Cuddy arasında olanları ise anlatmayayım, ama kaçırılmaması gereken bir bölümdü.)

İzlediğim en acayip bölümlerden biriydi dünkü House. Gözümü kırpmadım. House'ın en "insancıl" anlarına tanıklık etti izleyici sanırım. 

Çaresizlik, korkunç bir his... Ama çaresizlikten de kötüsü, vicdansız insanlarla aynı havayı solumak zorunda kalmak.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Kalakalmak

Bazen dilin boğazına dolanmış gibi hissedersin hani... Nefes almak zorlaşır, bakakalırsın. Sıkışmış hissedersin. İşte öyle bir şey...  
Çukurca, Van, Erciş... Acı ne çok yerde.

20 Ekim 2011 Perşembe

Off, çok konuşma

İki video arasındaki farkı bulunuz...




Efkar basanda...


Efkar basan günler yaşıyoruz. Gazete okuyup TV izlemek azap, ateş düştüğü yeri yakıyor.  İçimiz acıdı, canımız yandı. Çaresi ne peki? Şimdiki uygulama olmadığı kesin. Facebook’ta profil resmine siyah kurdele koymak da yetmiyor, malum.

İnternette dolanırken, takip ettiğim bir blog yazarı, aynı zamanda beyin arkadaşı Zoban’ın bir röportajına rastladım. Aklıma geldi, hem kederden hem de sevinçten içtiğimiz şey aynı: Rakı. Benim rakıyla aram nasıldır diye düşündüğümde, eh fena değil. Aslında kırmızı şarap severim ama bir meyhaneye gittiğimde de rakıya hayır demem. Arada da beyle evde balık keyfi yaptığımızda, dolaptaki ufak şişedekiyle balığı dürteriz. Tercihim genelde yeşil üzüm rakısıdır, bey gibi susuz içemem, tek bana yeter, azıcık buz; nadiren duble derim. Misal yanında da patlıcan ezme, nefis bir Ezine peyniri, deniz börülcesi, kavun ve fava olsa ne güzel olur.

Neyse, sözü Trofolo'nun yazarı Zoban’a bırakayım. 

**************
Barış Timurlenk, nam-ı diğer Zoban Raftik, Türkiye'nin önemli siber yazarlarından ve spor sevdalılarından. Sosyal medyada tanımayan ayıp etmiştir. Bilumum underground yayın ondan sorulur. Underground fenomen Disguast'ı her formatta her daim yaşatmıştır. Koyu Galatasaraylıdır.
Rakıyı ilk kaç yaşınızda tattınız? Nasıldı?
5 yaşında mahallede kuzenim ile dayımın işlettiği bir market vardı. Pazar günleri bakkal/marketler kapalı olurdu o zamanlar. Temizlik ve tasnif, sayım, mal yenieleme günüydü. Biz de ufakken o markette çalışırdık yazları. Bir pazar dayım sofra kurmuştu, ilk orada bana içirdiklerini hatırlıyorum. Ailede çocuklara ufakken tattırılır rakı bizde. Belki sonradan alkolik olmasınlar diye.
Ne sıklıkla rakı içersiniz? 
Sık için biriyim diyemem. Ama kimi zaman olur art arda da içmek ya da sofralardan kalkmak istemezsiniz, tatlı, keyifli gelir. Tamamen rastlantısal. İçmeyi planlamayı sevmem. Doğaçlama “hadi oturalım”ı daha çok tercih ederim.
Rakınızı nasıl içersiniz? 
Duble, az su ve 2 buzla. Ufakken büyüklere özenip sek içtiğim de olurdu. Sek rakı bende çocukluk ve ağrıyan dişe rakılı pamuğu çağrıştırıyor. Rakıyı sek içen biri hep dikkatimi çeker; bunun bir içme alışkanlığı, tercih mi yoksa “Rakı sek içilir” gibi beylik laflar etmek için mi yapıldığını gözlemeyi severim.
Mümkün olsa kiminle rakı içmek isterdiniz?
Metin Akpınar'ın 24 saate varan masaları ve hikayelerini hep duyarım. O merak edilesi bir masa. Belki o masada kelime bile etmeden gece boyu oturmayı isterim. Aydın Boysan ve yazar-şair arkadaşları ile haftada bir ekibin zaman zaman değiştiği bir grup da var. O da olabilir. Elbette Mustafa Kemal'in rakı sofrasını da merak ediyorsun ister istemez.  Yaşasa ve hep beraber çakır keyif bir millet olsaydık, güzel olurdu belki de.
Rakının yanında en çok sevdiğiniz meze hangisi? 
Az yağlı, orta sert bir Ezine beyaz peynirin yanında bal gibi bir kavun dilimi kâfi. Yardımcı figürler yoğurt bazlı mezeler ve otla yapılmışlar olabilir. Mevsiminde ve iyi yapılmış lakerdaya da hayır demem. Soslu levrek ya da uskumru, tuz dengesi iyi ayarlanmış çiroz da uygundur.
En sevdiğiniz rakı masası arkadaşınızı söyler misiniz?
Sevdiğim güzel insan İlkay Yıldız Hanımefendi. Keyifli içecek yer aramak, yeni yerler keşfetmek en büyük telaşlarımızdan. Kendisi şarapseverdir ama rakıya da kapalı değil. Ufak yaşta tadım testine tutulmamasına bağlıyorum bunu  Adlarını anmadan geçemeyeceğim “Cosmic Brothers” olmadan rakı masası düşünemem.
Rakıdan başka hangi içkileri seversiniz? 
Kırmızı şarap (Merlot) severim. Yurtdışında değişik biraları denemeyi de. En son İspanyolların Mahou'sunu  sevdim.  Arkadaş grubu ev bulusmalarında ya da yine aynı grupla gece gezip tozmalarında J W- Black Label'in ekip için önemi büyük, tek tercihimiz olur.
Meze yapar mısınız? 
Sofra kurmayı seven biri olarak meze yapmaktan büyük zevk alırım. Ardaşlar evi doldursun ve onlara tıka bas doyulacak bir sofra kurayım. Bazen sadece bunun için yaşadığımı bile düşünüyorum. Eşe dosta yedirmek, servis yapmak, sofra kurmak. Onlara bir şeyler beğendirmek.  Bir pazara ve süpermarkete gidip meze yapacak malzemeleri yüklenip eve gelip, onlardan deneysel şeyler üretip arkadaşlara sofrada satmayı seviyorum.
Rakıyı bir duyguya benzetseniz hangisi olurdu? 
Tribünlerde bir laf vardır: “Bazen sevinç bazen keder senin sevgin ömre bedel”. Rakı böyle bir şey. Hem kederi hem sevinci ifade ediyor. Hem dertliyken hem coşkuluyken içebilirsin.
Hangi ortamda rakı içmeyi tercih edersiniz? 
Masaların kalabalık olduğu, ama masada konuşulanı duyabildigin derece kalabalığın gürültüsünün olduğu herhangi bir yer. Arkadan hafif bir türk sanat müziği sesi akar, dükkan da ilerleyen saatlerde yükünü alırsa ne ala. Kendi masamda kalmam pek, sürekli gözlemlediğim için etrafı. Kalabalığı severim.
Rakı ile en sevdiğiniz şarkı hangisi?
Müzeyyen Senar'dan herhangi bir şey.
Hiç tatmamış birine rakıyı nasıl tarif edersiniz?
“İçkiler ikiye ayrılır: Rakı ve diğerleri” şeklinde.
Rakı bir insan olsa adı ne olurdu? 
Tuncel olabilirdi. Tuncel Kurtiz çokça rakı çağrıştırır. Ya da babam Mehmet Timurlenk'ten ötürü “Memet” de olabilirdi. İçmeyi ve üzerine konuşmasını pek severdi.
Rakı sofrasından neleri uzak tutmalı?
Büyükada'dan Prinkipo'nun sahibi Fıstık Ahmet ağabeyin bir tavsiyesi olmuştu bundan birkaç yıl önce. Daha önce yapılmış hataları yüze vuruyordu: “Her şey olur ama rakının yanında acılı ezme olmaz.”
Ne olacak bu memleketin hali?
Sabah 5'te kalkacağız, çok çalışacağız ve hepimiz Porsche sahibi olacağız. Arabayla çıktığımız ilk gün arabayı sürecek yollar olmadığını fark edeceğiz. “Olsun böyle iyi” diyeceğiz. Biz “Böyle iyi, bu kadar iyi, şükretmesini bilmek lazım, gittiği yere kadar” diyen bir milletiz. Karakterimiz olmuş bu. “Çalışıyorsa dokunma, bozulur” derler. Memleketin halinden herkes şikayetçi ama herkes de mutlu bir yandan. Bir gün millet olmanın yanında “toplum” da olabilirsek, iyi şeyler olacak gibi. Beklemek lazım

19 Ekim 2011 Çarşamba

Estetik güz

Yağmur, burada da böyle güzel görün; valla şemsiye kullanmayı beceremeyenleri dövmeyeceğim! Yoksa yağmura değil de İstanbul'a mı seslenmeliydim?

Paris'e özgü mü yani? Burada hiç böyle estetik ve renkli sahneler yaşanmıyor la! Herkesin şemsiyesi ya siyah ya da boktan desenli şeyler zaten. Estetik sıfır! Teyzelerle ablaların da bu kadar şık olduğunu söyleyemeyeceğim. 

Alttaki hanfendi de moda çekiminde gibi. Burberry Winter 2011, Belgrad Ormanı.



Veletler ve ayıları

Benim hiç oyuncak ayım olmadı küçükken. Ama şu altta göreceğiniz veletlerin varmış,  sevindim. Alttaki canlı sarılışlara ise gülmekten sinirimiz bozuldu. Yirim. Buyrunuz tıklayınız. Çoğunu görmüştüm ama yine de bayıldım.

He, ben de bloguna komikli kedi fotosu koyanlardanım. Noldu ki?



"Seni seviyoruz" "Banane"

Saatin 6 olmasıyla son ders zili çalmış velet gibi kaçtım ofisten. Biraz alışveriş yaptıktan sonra yemek yapmak üzere eve geldim. Mandalina, soğan, yoğurt filan neyse de, kasaba ödediğim paraya inanamadım. Oha, Porche'ye binmiyoruz ama davukla kıyma da mı almayalım, bu ne la! Neyse, onları buzluğa tıkıp yeşil mercimekle bulgur pilavı pişirdim. Pek sevdiğim bir ikili. Kara şimşekle sarı kız. Oğlanlar ağlayıp durdu. Obi laptopa yattı. Bence kavrulmuş soğanla domates versem yerler,  o kıvama geldiler artık. Yırtıcılık filan yalan. Kuru mamayla nereye kadar yırtıcılık zati...

House izliyorum bir yandan, yeni gelin acile kaldırılan kocasının başında ağlayan te üniversiteden arkadaşı heriften kıllanıp "Sen gey misin, bunu senden duymalıyım!" diye hönkürdü kocasına. Adam da döküldü "Bi gece sarhoştum, olanlar oldu" filan diye... 


 Şimdi de karısıyla doktora "Valla normaliz biz, sevişiyoz" filan diye açıklama yapıyorlar. Ama kız terk etti herifi. Adam daha kendinden emin değil zira. House anlamıştı vaziyeti, yuva yıkıldı diye üzülmedi haliyle.

Neyse... Bugün canımı çok sıkan bir şey oldu ve konuya nasıl gireceğimi bilemiyorum. Yıllardır basın-yayın-reklam vs. sektöründeyim, buna alışmam lazım ama sinirlenmeden edemiyorum. Pek sevdiğim, yetenekli, zeki, işini iyi yapan, düzgün de bir insan olan bir abimiz işten çıkarılmış dün. Zaten layık olmadığı boktan bir yerde çalışıyor ve 2.5 aydır maaş alamıyordu.  2.5 ay!!!

Ama pişkin herifler "Seni seviyoruz" filan demişler yüzsüzce. Sevsen n'olur sevmesen n'olur gerizekalı; bu, adamın kredi kartını, kirasını ya da faturalarını ödüyor mu?! Aç da münasip bi yerini sev ya da git karını sev, ki onu da boynuzluyorsun hayvan herif! "Ben de zor durumdayım" filan demiş gözünü ayırmadığı ayfonuyla oynarken. Yahu adam alyansını satmak zorunda kalmış! Alyansını!!! Ötesi var mı? Bu ne boktan iş! Umarım üçkağıt yapmadan tazminatını öderler, parça pinçik edip ziyan etmezler. O da bir an önce, daha iyi bir yerde iş bulur. Ne pis sektörmüş be!

Çölde kutup ayısı

Dün akşam "Çölde Kutup Ayısı" diye bir film izledik. Ne zamandır izlemek istediğim, merak ettiğim bir filmdi. Belçika-Hollanda ortak yapımı, orijinal adı: De Helaasheid der Dingen.

 
Özetlemek icap ederse film, ufak bir kasabada fakir ve cahil babası, çatlak üç amcasıyla aynı evde yaşayan on üç yaşındaki Gunther'in ıstıraplı büyüme hikâyesini anlatıyor. Annesi ile babası ayrıdır ve babasının annesiyle ilgili iyi şeyler düşündüğü pek söylenemez. Her daim sarhoş ve taşkın baba ile amcaları dizginlemeye çalışan bir de büyükanne var evde. Gunther'e annelik eden, fedakarlık timsali, ayı kadar heriflerle uğraşıp duran bir kadıncağız. 


Gereksiz bir ayrıntı olarak, bütün adamların (Gunther dahil) saç kesimi de korkunç bu arada. Gunther evde her gün olabildiğine alkol, çeşit çeşit kadın, uygunsuz durum ve tembellikle karşı karşıya. Hoşuna gitse de gıık olduğu zamanlar da var tabii. Okulda başının belada olduğunu söylemeye bile gerek yok. Zira rezillikte ya da "eğlencede" sınır tanımayan Scrobbe ailesinin ünü herkesçe biliniyor. Gunther'İn de gelecekte pek farklı olmayacağ malum.


İstanbul Film Festivali Uluslararası Yarışma’da En İyi Film ödülününü kazanan "Çölde Kutup Ayısı" ekibinin, filmdeki (afişte de yer alan) bir sahneye istinaden Cannes Film Festivali'ne bisiklet üzerinde çıplak olarak katıldığını da belirteyim. Çılgın bir komedi diyemem; yer yer acıklı yerleri de var, komik yerleri de. Aileye kızıyor, üzülüyor, akabinde gülüyorsunuz. Biz sevdik.

Buyrunuz afiş
Filmde müzikal anlamda Roy Orbison kulağa çarpıyor. Bu azman aile, Roy Orbison hayranı. Adamlar kaba saba ama bir yandan da, hisli filan. Duygusal ve ailesine bağlı bir ayı cinsi: Scrobbe.

18 Ekim 2011 Salı

Bir tost nelere kadir


Neyse ki, öğle yemeği yerine biraz önce hüplettiğim sucuklu kaşarlı tost, sinirimi az biraz azalttı. Bir de bey, acil durum müdahalesi yapıp aradı. Sesini duymak iyi geldi. Oyh, ya sabır yareppim.

Yeni evli muhabbetinde, yetişilmesi zor mevzulardan biri de fotoğraf meselesi. Her arayan “E noldu fotoğraflar?” diyor. E duruyorlar. Fotoğrafçının hazırlayacağı albümler hoşumuza gitmedi. Nasılsa tüm fotoğraflar bizde, kendi istediğimiz gibi bir şey hazırlayıp bayramdaki aile ziyaretlerinde teslim edeceğiz. Dicıtıl değil, selülozlu filan. Elde tutulur cinsinden. Bir yıldönümü dergisi, bir de yıldönümü kitabından sonra albüm yapmak nedir ki? Aile için öneminin ve değerinin farkındayız elbet, lakin fırsat olmadı.

Acıktım yine. Evde yemek yapmak keyifli bir şey. Yakında istediğimiz yemek masasını alınca, iki kişilik keyfimize dostlarımızı da dahil edeceğiz. Eksikler tamamlanıyor yavaştan. Donduran havanın güzelliği, evi düzenlemek için daha fazla fırsat yaratması. Yeni koltukla, herkesin yatacak/yayacak bir koltuğu oldu :) Oğlanlar da bizi ve koltukları paylaşıyor, yayıp duruyorlar.

O halde Pyro gelsin, şu an onu dinliyorum; paylaşayım naçizane…

Kus yavrum, tutma içinde

Şu an ofisteki bazı tiplere ağız (ağzım küçük, o zaman burun) dolusu küfretmek istiyorum. Millet kendi işini yapmaktan, basit bir şeyi kotarmaktan bu kadar uzak olabilir, zerrece olsun sorumluluk almaktan bu kadar korkabilir. Bir şey diyor/istiyorsun, herkes birbirine atıyor topu. İt ite, it kuyruğuna... Ay benim işim mi, oy senin işin mi? Ebenin işi!

Öyle bir acizlik ki, mide bulandırıcı. Yardımseverliği geçtim, insanlıktan nasibini almamış bazıları, pes! Yemeğe çıkmayı bile kaldırmadı içim, o derece bulandırdınız midemi. Hay yazıklar olsun be...

Daha ne diyeyim ki ben? Kelimelerim yetmiyor artık bu rezilliği tarif etmeye. Tüküresim geliyor lafları...

Taking lives

Sabah uyanamadım. Hava kapkara. Nasılsa geç kaldım deyip, kendime sandviç hazırladım filan fıstık-ı makamla. Bu kara havanın soundtrack’i de Bat for Lashes oldu.   
  
Metrobüs gaflarına salak bi kız nefis bir katkıda bulundu bu sabah. Metrobüs durağı miting varmış gibi kalabalık, herkes zombiler gibi ağır ağır yürüyor. Bu, tentenin altında bile şemsiyesini kapatamadı, o kadar korkuyor ki ıslanmaktan! Emman tanrımm!   
Millet kendini bu salaktan sakınmaktan yürüyemez oldu. Dedim “Kapatır mısınız şunu, zaten kapalı yerdesiniz” Veee, zeka fışkıran cevaba gel: “Ama bazen tenteden de su geliyor!” Çevreden gelen homurdanmalara da aldırmadı zerrece. Allah muhafaza, asit yağmuru filan yağar, erir beyinciği. Al şemsiyesini fitil yap ablaya!   
Öff… Akşam da “Taking Lives” diye bir filme takıldım cnbc-e'de. Angelina Jolie, Kiefer Sutherland, Ethan Hawke filan… Uyumak istiyorum, sonunu merak etmekten uyuyamadım. Tahmin eder gibi de oldum aslında, Ethan'ı baştan beri gözüm tutmadıydı. Lakin tahminim doğru muydu, onu bilemedim şu an.   
Sonunu beklemeden de zıbardım zaten. Gerilim filan, gerenk yok akşam akşam. Ama Olivier Martinez abimiz vardı, hoştu, eyiydi. Ekşi sözlük’ten anladığım kadarıyla en heyecanlı sahneleri kaçırmışım. Ancelina’nın dudaklarına yapılmış zoom’a o ka tahammül ettim, acık daha dayansaymışım keşke. 

17 Ekim 2011 Pazartesi

İstanbul'dan sevgiler

Dışarısı buz gibi, Trakya'ya kar yağmış, eve dar attım kendimi. Yoda kapı önünde ağlıyor, Obi yine broş gibi yakama yapışmak için yanaşıyor kıçın kıçın.

Özetler bu kadar. Fakirbloghaneye Finlandiya'dan bir yorum gelmiş, tam da şuraya. Bir süre şaka olduğunu düşünüp şaşkın şaşkın baktım ekrana. Şaşkolozluktan yanıt da yazamadım. Ama sonra üşenmeyip Bay Teuvo'nun fotoğraflarına da baktım. Güzel yerde yaşıyormuş doğrusu. Nazik otomatik mesajı için teşekkür ederim. Yalancıktan da olsa gururum okşanmadı desem haksızlık olur. Finli kediler de sevimlilermiş yani, beyle Finlandiya'ya yolumuz düşerse bi sıcak kakaosunu içeriz T. amcanın. Neyse, ziyaret ettim sitenizi, gördüm dalgalanan Türk bayrağını. Ehm, Fince bileydim eyiydi...

Neysa, kitaplıkları düzenlemeyi düşünürken şu fotoğrafı gördüm, oha dedim. Stockholm Kütüphanesi'ymiş.


O değil de Adele pek cool çıkmış burada yahu! Dedikleri de pek hoşuma gitti. Oyh neyse, aile saadeti saati :P

Randy Glasbergen


Randy Glasbergen, karikatürlerini, özellikle kedi karikatürlerini çok sevdiğim bir illüstratör. Daha önce yazdığım birçok yazıda görsel olarak çizimlerine yer verdim. Sitesini ziyaret için.

1957 doğumlu Glasbergen, Amerikalı bir karikatürist. Günlük çizgi roman serisi Better Half ile tanınan mizahi illüstratör. 15 yaşında profesyonel karikatürist kariyerine başlamış. Henüz lisedeyken karikatürleri, Saturday Review dahil olmak üzere birçok büyük dergide düzenli olarak yayınlanmaya başlamış. The Wall Street Journal, Saturday Evening Post, Cosmopolitan, Weight Watchers, Reader’s Digest ve New Woman, karikatürleriyle renklendirdiği yayınlar arasında.

Bugünse dergiler, gazeteler, tebrik kartları (bir ara Hallmark için çalışmış), şirket reklam kampanyaları, takvimler, tıbbi dergiler, ders kitapları gibi geniş bir portföyde işleri yayınlanıyor. Karikatürleri en çok yayınlanan, dağıtılan, paylaşılan karikatüristler arasında. 



 Karikatür albümleri:


  • Attack of the Zit Monster (Intervarsity Press)
  • Technology Bytes (CCC Publications)
  • Are We Dysfunctional Yet? (CCC Publications)
  • Oh Baby! (CCC Publications)
  • The Better Half (CCC Publications)
  • Your Computer Thinks You’re An Idiot! (CCC Publications)
  • The Weird and Wonderful World of Animals (Lagoon Books)
  •  The Weird and Wonderful World of Work (Lagoon Books)
  • The Weird and Wonderful World of Love (Lagoon Books)
  • The Weird and Wonderful World of Diets (Lagoon Books)

Hayat kime güzel

Sürekli yemek ve uyumak. Hayat kedilere güzel...


Bizimkilerin böyle dobiş olmasını istemem lakin. Yazık be hayvana.

16 Ekim 2011 Pazar

Rain songs

Yağmur neredeyse hiç durmadı bugün. Hala damlaların arkamdaki cama vuruşunu duyuyorum. 

Obi uyuyor, Yoda cam önü çiçeği gibi balkon kapısının önünde, dışarıyı izliyor. İç sesi: "Şu suların yukarıdan düşmesi biterse balkona çıkabilir miyim aceba?" İç sesim: "Hayır". Bense Snickers yiyip sütlü kahve içiyorum.


Radikal, yağmurla güzel giden şarkılar listesi yapmış, bi bakalım...  "Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da"yı koymamışlar, hayret... Ben olsam "Riders on the storm" u da eklerdim. Hatta ekleyeyim. Yağmur ve şimşek sesleriyle açılır hani... Güzeldir. Peki ya "November Rain", klasiklerden "Singing in the rain"? Lütfen ama...



Listeyi aynen alıntılıyorum. Sevdiklerimin kliplerini ekledim.

Tom Waits
‘Rain Dogs’

80’leri Modern Talking’den ibaret sananlar tüm zamanların en güzel albümlerinden ‘Rain Dogs’ albümünü bilmez. Aynı isimli şarkı da şarkının yer aldığı albüm de her şeyiyle Tom Waits de yağmura çok yakışır.

Nesrin Sipahi 
Yağmur Seninle Güzel’
Müzik tanıdık ama şu garanti ki Sipahi’nin sesi yağmurla şeker gibi gelecek. Sonra ‘Hasret’e, ‘Ankara Rüzgârı’na geçersiniz.

Morphine
‘You Look Like Rain’

Gelmiş geçmiş en güzel aşk şarkılarından biri olabilir. İçine hiç aşk meşk karıştırmadan da yağmura pek yakışır.



Karakan
Yağmur
Erkin Koray’ın ‘Yağmur’ şarkısını Karakan yorumundan da dinlemeyi ihmal etmeyiniz. Yürürken geçen araba çamur sıçratsa bile koymaz.

Leonard Cohen
‘Famous Blue Raincoat’

Yağmur şarkılarının en meşhurlarından ama boşuna da değil. Hava bulutlandıysa Leonard Cohen’in hangi şarkısı olursa olsun, anında ‘play’…

Neşet Ertaş
‘Gönül Dağı’

“Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca/Akar can özümden sel gizli gizli...” Usta ne dese, dört mevsime yaraşır. Sonbahar bir başka ama...

Led Zeppelin
‘The Rain Song’

Yüksek sesle Led Zeppelin dinlemek insanı gerçek zamandan koparır. Yağmurda yürürken adımlarınız hızlanır, başka bir yere gidersiniz.



Mehmet Güreli
‘Yağmur Yağmıyor’
Şarkı yağmurun yağmadığını söylüyor, olsun. Camın ardından yağmuru seyredenlerdenseniz, Mehmet Güreli’nin her şarkısı sağanaklara uyar.

Bob Dylan
‘A Hard Rain’s A-Gonna Fall’

‘Yağmur dostu’ seslerden biri daha. Biraz haksızlık da olabilir. Orada sendika falan anlatıyordur, siz romantizme girersiniz. Yine de uyar.

Ahmet Kaya
‘Söyle’

“Söyle yağmur çamur/ Değmedi yüreğime/ Şimdi ben nerdeyim/ Sen nerde”. Kara kara bulutlar da varsa tepenizde…

Benim aklıma nedense Fiona Apple'ın yorumladığı "Across the Universe" geldi...

Kim o?



Bu arkadaşlar bir yerden tanıdık geldi :) 

Şu an totoları birleştirmiş, patileri döndermiş; koltuk tepesinde horul horul uyuyan birilerine benzettim kendilerini.

Şurdan yürüttüm. 

Tişörtleri de var.

Stil ikonu olmak ne ola ki

Şahane bir albüm geçti evde elime: A CENTURY OF STYLE ICONS
Stil ikonu bu ünlülerin karizmalarına şapka çıkarmamak elde değil. Duruşları, bakışları... Başkaymış bu insanların. Cool'luk böyle bir şeymiş demek. Kitabını yazmak da böyle bir şey olsa gerek.

İçinde kimler yok ki? Fotoğraflar içinden favorilerimi saymak gerekirse... Steve Mcqueen, Pablo Picasso, Marlon Brando, Jean Seberg, Robert Redford, Jodie Foster, Marianne Faitfhfull, Marilyn Monroe, Paul Newman, Humphrey Bogart...

Alttaki muhteşem kare, 1954'te Los Angeles Kaliforniya'da  çekilmiş. Objektifin arkasındaki şanslı isim,  Murray Garrett.


Marlon Brando



Marianne Faithfull, dalmaçyalısıyla, 1964. (John Pratt)

Pablo Picasso ve somun elleri. Fransa, 1952. (Robert Doisneau)

Marilyn Monroe, 1963, Kaliforniya. (Alfred Eisenstaedt)