Aslında güzel de uyanmıştım bu sabah yani. Kocama kahvaltı hazırlayıp uğurlamış, duşumu almış, Obi’yle Yoda’ya şefkat göstermiş, makyajımı yapıp çıkmıştım. Sonra verdim kulaklara Fiona Apple’ı, bindim minibüse.
Amca hıncahınç doldurmuş balık istifi, bütün camları da kapamış; gebericez içeride balıklar gibi ağzımızı aça kapaya. Cam açmasını rica ettim bir yolcudan, sanırsın atomu parçalamasını istedim. Bön bön baktı, ıhladı, pıhladı; binbir naz ve de niyazla açtı. Havasız be içerisi!
Epeyce gitmiştik ki, fazla yolcu var diye polis minibüsü durdurdu, o aşağı indirdiği şoföre ceza keserken 10 dakika kurbanlık koyun gibi bekledik içeride. Bana yine hafakanlar bastı tabii, direkt pssss düğmesine basıp kapıyı açtım, attım kendimi aşağı. Herkes bu hareketi bekliyormuş meğer, bayağı bir kişi daha indi. (Ben bunları yazarken, ofisin en uyuz ve de carcar tipi Kurban Bayramı’nda Miami-Bahamalar tatilini planlıyor telefondaki arkadaşıyla, “Bahamalar’a uğrsak mı uğramasak mı?” Sus ulan!)
Minibüsten atlayınca çile bitti mi? Hayııır! Metrobüse binebilmek için yine Çin Seddi’ne dönmüş et yığınını geçmem gerekti. Tam biniyordum ki, ayı gibi kızın biri önümü kesti, ittirdim. Bir şeyler geveledi, kulağımda müzik olduğundan duymadım, umursamadım da. İnmeye çalışırken de; bu sefer ben içeride debeleniyorum, dışarıdaki yığın üstüme üstüme gelip ben inmeden içeri girmeye uğraşıyor. Önümde ısrarla baraj kuran birini daha ittirdim. Fiona hala söylüyor bu arada. Tepeme çıkan salak da bir şeyler geveledi, “Çekil ayağımın altından be” deyip devam ettim. Sabah sporum bitti. Ve mutlu mesut ofise vardım. Nefis. Neşe yerine adrenalin doluyor insan. Tralalala...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder