23 Nisan 2010 Cuma

Aylaklıktan çaylaklığa


 Bakınız, bu da çaylak kuşuymuş. İşte ben buyum artık.

Geçen gün akciğer filmi çektirip rapor almak için Verem Savaş Derneği'nin önünde bekliyordum. Sabahtı ve yağmur yağıyordu. Henüz açılmamıştı dernek, erken geldiğim için kendime kızdım. (Yok henüz verem değilim, ama yeni işyeri için illa burdan rapor istediler. Ciğerimi benden çok merak ettiler. Sanki sigara fabrikasına başlıyorum. Neyse.) 

Tam karşıda da Aile Planlama ile Anne Sağlığı Polikliniği vardı ve onun kapısının önünde de hamile bir kedi bekliyordu. Yavrularla dolu göbeğiyle yağmurun altında öylece duruyordu. Çok acayip bir manzaraydı. Fotoğraflamak isterdim o anı. Güldüm kendi kendime, kedi fark etmedi. Fark etse, "Deli mi ne?" diye miyavlardı.

Bir işyerinde en feci durumdaki insan, oraya yeni başlamış zavallıdır. Kimseyi tanımaz, ne yapacağını ve kime nasıl davranacağını bilemez, ürkek bir tavşan gibidir, yabancıdır. Her şey onun için muammadır. Ah canım... Çevresindeki tipler ise nedense onun kendilerinden daha salak, daha yeteneksiz veya daha deneyimsiz olduğunu düşünmekte ısrarlıdır. Oradaki çömezliğini kullanmak isterler. Ne de olsa o "yeni kız" ya da "yeni çocuk"tur. Kendilerini tepede görürler. Onlardan fazla para alıp almadığını, nasıl biri olduğunu, sevgilisi olup olmadığını, kimin torpillisi olarak başladığını, nasıl giyindiğini, onlar arasına katılıp katılamayacağını, bunu hak edip etmeyeceğini merak ederler. Nasıl biridir? Geyik mi, gıcık mı, ciddi mi, uyuz mu, goygoycu mu, prensipli ve disiplinli mi? Dedikodular, bakıp durmalar gırladır. Yardımcı olmaya, sıcak davranmaya, en basitinden öğle yemeğine çağırmaya ise pek de gönüllü olmazlar.

Evet, işe başladım. Günlerdir süren belge toplama uğraşı, müdürlerle görüşmeler, kan emici İK ile maaş pazarlığı yapmalar, deli bürokrasi sona erdi. Ama aylaklık günleri de sona erdi. Buraya yazamadım kaç gündür. "Sen misin aylağın günlüğü diye blog açan? Al sana deli gibi iş, yaydığın o 1.5 ayı mumla ara, çalışşş, köleee!" dedirten deli bir yoğunlukta çalışmaya başladım hem de. İlk günden itibaren en erken, akşam 8'e doğru çıkıyorum ve eve külçe gibi dönüyorum. "İlk günler bir şey yapılmaz" düsturu tutmuyor yani burda. Dün en son ben çıktım, patronlar, deli gibi çalışan müdürler bile çıkmıştı, ofis bana kaldı. Hüzünlü bir andı esteban.... Mesai bitimi 6 ama ben daha o saatte çıkmaya muvaffak olamadım. 

İşi şöyle tanımlayabilirim: Hani çocuk oyun salonlarında, böyle her delikten kurbağaların fırladığı bir oyuncak vardır. Elinde sopa, her fırlayana vurursun ama, sen birine vurduğun anda 3-4 tane birden çıkar. Aynen öyle. Bitmiyor. Deli gibi. Üstelik de sıkıcı bir sektör. Daha önce kaçtığımla aynı. Kendimi kandırılmış ve kapana kısılmış hissediyorum. "Hmm yetişmedi mi, hafta sonu evde yaparsın, önemli değil." Yok yaa! Eve iş götürmekten nefret ederim ben.

Ezcümle, aylaklıktan çaylaklığa geçtim. Değişen tek bir harf gibi gözükse de, çok fazla şey fark etti. Daimi üniformam olan kot-spor ayakkabım elimden alındı. Yassah! Çevrem ise "Gossip Girl" misali süslü, kokoş, dedikoducu kızla dolu. Ofis sırf hatun zaten. Kadınlar hamamı. Mutsuz hissediyorum kendimi. Acaba sadece "İşini yap paranı al, gerisini boşver!" diyebilecek miyim kendime? Kendimi bu şekilde ikna edebilecek miyim? Dergiciliği özledim ben.

Arkadaşlarımla da görüşemiyorum ne zamandır. Herkesin, benim dahil olmadığım programları, yoğunlukları var. Bambaşka hayatları... Issız hissediyorum. 23 Nisan, neşe dolmuyor işte insan. Teoman şarkısındaki rimelleri akmış İstanbul gibi yatıyorum TV karşısındaki kanepemde. Hiçbir şey yapasım yok.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder